BURAK BİLGEHAN ÖZPEK* / Daha özgür ve adil bir hayat talep eden Ortadoğu insanları, yaşadıkları hayal kırıklığını telafi etmek için neden devlet kavramını eleştirmek yerine onu ele geçirmeyi amaçladılar? Ve neden yaşadıkları acıların sorumluluğunu kendilerinde aramayı reddettiler?
Charlie Hebdo saldırısından sonra yapılan değerlendirmelerde kullanılan “ama” kelimesi yaşanan saldırılardan daha çok gündeme geldi. Zira, “ama” kelimesinden sonra derginin çizdiği karikatürlerinin cüretinden ve kışkırtıcı üslubundan bahsedenler oldu. Dolayısıyla, “ama”nın yolunu açtığı bu cümleler, şiddetin belirli durumlarda meşru görülebileceğini ima ediyordu ve kaçınılmaz olarak tepki çekti. Ne var ki “ama” burada masumdur ve kendisinden sonra gelen cümlenin sorumluluğunu ona yükleyemeyiz ve bu saldırıları değerlendirirken kurulan her “ama”lı cümleyi aynı kategoriye sokamayız. Bana göre, sadece “ama”lı olduğu için bu süreçte kaybolan ve üzerinde tartışmayı ihmal ettiğimiz bir görüş var, temas etmemizi bekliyor.
Bu görüşe göre, Paris saldırıları aslında tarihsel sürecin kaçınılmaz bir sonucu ve her ne kadar bu saldırılar bizi ürpertse de, Batı dünyasının sömürgeci geçmişinden bağımsız düşünülemez. Diğer bir ifadeyle, köktendinci şiddetin kendisi kötüdür fakat bu kötülüğün kaynağını anlamak icap eder ve bunu yaparken Batı’nın Ortadoğu’yu yıllarca sömürdüğü gerçeği ihmal edilmemelidir. Dolayısıyla, Paris’te yaşanan olayın ve radikalleşme olgusunun ortaya çıkışındaki en etkili faktör anlaşılmadıkça, sadece militanlarla mücadele etmek netice vermeyecektir. Günün sonunda, Batı kendisiyle yüzleşmeli, tarihten gelen günahlarını kabul etmeli ve kendi dışındaki dünya ile ilişkisini gözden geçirmelidir.
Özellikle muhafazakâr ve bazı sol entelektüellerin dile getirdiği bu argüman aslında felsefi köklerini Engels’in devlet teorisinden ve Lenin’in sömürgecilik hakkındaki görüşlerinden alır. Engels’e göre ortaya çıktığı an ilkel bir hizmetkâr olan devlet, kendisini devam ettirmek için yeni meşru zeminler icat etmek zorundaydı. Bunun için kendisini finanse eden mülk sahiplerinin çıkarlarını gözeten bir makineye dönüştü ve kısa zamanda diğer toplumlar üzerinde baskı kurmaya çalıştı. Başarılı olduğu zaman, başka toplumların özgür insanlarını köleleştirdi ve temsil ettiği mülk sahiplerinin hizmetine sundu. Engels’in devlet ile mülk sahipleri arasında kurduğu uyuma, Lenin işçi sınıfını da dâhil etti. Ona göre, gelişmiş ülkeler üretim maliyetlerini düşürmek için kendi işçilerinin maaşlarını indirme yolundan vazgeçtiler ve sömürgeciliğin sağladığı ucuz hammadde ve pazarlar ile kârlılıklarını korumayı başardılar. Yani, kapitalist ve endüstrileşmiş devletlerin işçi sınıfı da bu sömürge sisteminden faydalandı. Nihai tahlilde, Batı dünyası devletiyle, işvereni ve işçisiyle sömürge çarkının bir parçasıdır. Ve Batı derken takınılan bütüncül tavır bu zihniyetin ürünüdür.
Bu anlayış, Ortadoğu’da kendi tepkimesini elbette ki yaratmakta geç kalmadı. İkinci Dünya Savaşı biterken, Batı, kolonilerinden çekiliyor ve Ortadoğu’da bağımsız devletler ortaya çıkıyordu. Bu devletlerin iki şekilde örgütlendiğini söylemek yanlış olmaz. Bir tarafta sömürge karşıtı ve Arap milliyetçiliğiyle harmanlanmış sosyalist rejimler Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerde iktidara gelirken diğer yandan Batı dünyasıyla siyasi ve ekonomik işbirliği yapmaktan beis duymayan otoriter Körfez monarşileri kök salıyordu. Bugün terörist gruplar olarak nitelendirdiğimiz insanlar, Ortadoğu coğrafyasında bahsi geçen her iki sistemin de dışında kalan ve ezilen insanların birbirleriyle iletişime geçmesinden ve yaşadıkları memnuniyetsizliği gidermek için ellerinde kalan tek seçeneği, yani şiddeti, seçmesinden başka bir şey değil. Dolayısıyla, Batı sömürgeciliğine, Engels ve Lenin’den mülhem bir tanımlama getirdiğimizde, karşımıza çıkan mantık silsilesi bizleri köktendinci terörü meşrulaştıran ve onun ortaya çıkışına kaçınılmazlık atfeden bir pozisyona sokuyor.
Bu noktada, gözden kaçan nokta, sömürgeciliği tanımlama tekelinin sadece sosyalist entelektüellerde olmadığı. Zira, liberal felsefenin önemli figürlerinden Schumpeter de sömürgeciliği eleştirir. Ona göre, sömürgecilik kötüdür ve toplumun bütün aktörlerinin çıkarlarına hizmet etmez. Silah zoruyla, başka bir ülkeyi işgal etmek ve kaynaklarını sömürmek, sadece sivil ve askerî bürokrasinin, savaş sanayiinin ve sömürge imtiyazlarından faydalanmak için devletin eteğinde dolaşan işadamlarının menfaatine hizmet etmektedir. Bu durumun kaybedenleri ise, ticaret yapmak için orduların işgaline ihtiyaç duymayan işadamları, savaş dolayısıyla oluşan olağanüstü hâlden dolayı özgürlükleri kısıtlanan insanlar ve kurumlar ile kendileriyle alakası olmayan sonu gelmez savaşları finanse etmek zorunda olan vergi mükellefleridir. Diğer bir ifadeyle, sömürgeci bir ülke sadece başka bir ülkeyi sömürmez, aynı zamanda kendi vatandaşlarını da sömürür.
Yapılan tartışmalarda gözden kaçan nokta tam olarak budur. Sömürgecilik sadece Ortadoğu için felaketler üretmemiştir. Avrupa’nın yaşadığı iki dünya savaşı da esasında kendi vatandaşlarını sömüren devletlerin kendi aralarındaki rekabetten türemiştir. Her iki savaşta da milyonlarca Avrupalı masum insan cephelere gönderilmiş, ölüme zorlanmıştır. Onların vergileriyle dev savaş makinelerine akla hayale gelmeyecek paralar harcanmış, sömürgecilik önemli bir güvenlik stratejisi olarak kabul edilmiş ve buna karşı çıkanların özgürlükleri kısıtlanmıştır. Dolayısıyla, sömürgecilik Ortadoğu kadar Avrupa’ya da zarar vermiştir. Yani sömürgeci devletlere sahip olan insanlar Engels’in, Lenin’in ve İslamcıların tahayyül ettiği gibi bir cennet yaşamamışlardır.
Elbette ki, sömürgeciliğe ve yaşattığı acılara Batı dünyası da bir cevap vermiştir. Mamafih, bu cevap daha güçlü devletler kurmak ve bu devletin menfaatleri için çatışma veya işbirliği gibi stratejilerden birisini benimsemek olmamıştır. Bunun yerine, bir devletin kendi vatandaşlarını sömürmesi ile başka ülkeleri sömürmesi arasındaki ilişki keşfedilmiş ve her iki olgunun birbirini beslediği kanaatine varılmıştır. Çözüm olarak, devletin etkin bir şekilde denetlendiği, şeffaflaştığı ve güçsüzleştiği bir formül ortaya çıkmıştır.
Bu noktada durup düşünmek icap ediyor; sömürgeciliğin batı ve doğu insanına yaşattığı acılar ortadayken toplumlar neden farklı tepkiler üretti. Batı toplumu devleti bir kafes hayvanı gibi sınırlandırma yoluna giderken Ortadoğu toplumları neden mağlup edilmesi mümkün olmayan bir ejderhanın peşinde koşmaya devam ettiler. Ve daha özgür ve adil bir hayat talep eden Ortadoğu insanları, yaşadıkları hayal kırıklığını telafi etmek için neden devlet kavramını eleştirmek yerine onu ele geçirmeyi amaçladılar? Ve neden yaşadıkları acıların sorumluluğunu kendilerinde aramayı reddettiler? Sanırım bu sorulara cevap vermek için, basitleştirilmiş bir sömürgecilik argümanının ötesinde bir şeyler söylemek gerekiyor.
*Doç., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniv., Uluslararası İlişkiler
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: