Cuma , 17 Nisan 2015
Anasayfa » Her Taraf » İman, insanlığa kastederse!
İman, insanlığa kastederse!

İman, insanlığa kastederse!

MURAT UTKUCU- GECİKMİŞ YAZILAR / Fena hâlde kafası karışık bir toplumuz. Ama en azından ben, özgürlük, eşitlik, adalet ve vicdan mihengine vuruyorum değerlerimi. Çoğunluk, bunun en az birinden mahrum ve umuru da değil. O yüzden manzara fecaat arz ediyor. İster seküler ister dinci, Türkiye toplumu faşizmin her rengiyle tel tel dökülüyor.

 

BİRARADA YAŞAYABİLMENİN SİYASAL REÇETESİ ÜZERİNE!

1- İlk söylediğinde doğrusu çok da üzerinde düşünmemiştim. “Size gelmek istiyoruz ama biliyorsun eşim kapalı. Haremlik selamlık oturabilirsek eğer… Yani tamam dersen yarın akşam uygun mu?” Yüzüne baktım: “Senle konuşabilmek için gerekliyse, olur tabii!” dedim. Aslında bu önkoşul, bir hayat tarzının evime dayatılmasıydı, biliyordum. Umursamadım yine de. “Adam sen de! Ne önemi var. Mühim olan diyalog nihayetinde!” dedim kendime. Bir gün sonra misafirlerimiz, apartmanın diğer sakinleriyle teşrif ettiler. Aralarında nüans olsa da hepsi muhafazakâr görüşten komşularımız. Biz erkekler olarak Selamlık’a çekildik. Kadın ve çocuklar, geniş salonu aldılar. Tuhaftır, dışarıdan bakıldığında erkekler arasında bir fark görülmüyordu ya, kadın başları parti sözcüsü gibiydiler sanki. İki kadının başı açık, biri türbanlı diğeriyse çarşaflıydı. Çarşaflı olanın gözleri çizgi şeklinde açıktaydı. Bir de elleri… Bedeni tamamen karartılmış bir kadın! Eğer çarşaflı komşum gelmemiş olsa bu mekân şizofrenisi ortaya çıkmayacaktı. Çünkü geri kalan konukların tamamı kadını erkekten koparan bu toplumsal modele karşılardı. Kendimi tuhaf hissediyordum. Yaşadığım ev, ilk kez cinsiyet olarak ikiye bölünmüştü. En özgürlerimiz çocuklar, en zor durumda olan biz erkeklerdik. Dokuz metrekarelik kitap odasına hapsolmuş, tuvalete giderken bile izin almak zorunda olan zavallı erkekler! Yine de sıkıntı yoktu; en azından geçici bir durum. Üstelik sohbet güzeldi. Din, Kemalizm, Sosyalizm, Nurculuk vesaire. Muhabbetin en hararetli ânında salonda bir gümbürtü koptu. Bir şey yere kapaklandı, ardından bir çocuk çığlığı. Kızımın ağlamasını duyar duymaz fırlayıp kapıyı açtım. Görünmez bir el elime yapıştı. “Nereye! İçeride kadın var!” Gayriihtiyarî durdum. Aslında içeride bir değil üç kadın vardı. Hepsinin yüzü açıktı. Ama sadece biri, yüzünü görürsem kıyamet kopacağını düşünüyordu. Sadece yüzü! Bu nedenle kapıyı açamıyor, salona geçip kızımı kucaklayamıyordum. Komşuma olur demiştim. Şimdi bu söz, kalbimi ezen bir taşa dönmüştü. İnsanın kendini, kendiyle kilitlemesi. Eliyle önüne duvar örmesi. Sosyal baskı denen şeyin nasıl da korkunç olduğunu bir kez daha hissettim. On Kasım’larda sokakta zorla bekletilmek, hiç de gönüllüsü olmadığım saygı duruşlarında çakılı kalmak neyse bu da oydu işte. Çıksam sözümde durmamış olacaktım, kalsam kızımı orada acısıyla bırakmış! Bir süre kapının önünde kalakaldım. Sonra eşimi çağırdım. Önemli bir şey yoktu. Canı biraz yanmıştı hepsi bu. Ortalık duruldu, sohbet kaldığı yerden başladı. Sanki tabiatta böyle bir saçmalık varmış gibi hayatın cinsiyet üzerinden yarılmış hâline devam ettik. Bunun dışında her şey güzel gitti. Geç vakitte tekrar görüşmek üzere komşularımızı yolculadık. Ama bu absürd dünyayı evimde kurmaya bir daha asla izin vermedim.

2- Aslında bu arkadaşla iyi görüşüyorduk. Beni irşad etmek için mütemadiyen anlatıyor, anlatıyordu. Ben de mütemadiyen itiraz ediyordum. Benim eşimi görüyor, konuşuyor fakat ben onun eşiyle sadece sokakta, –o da çocuk arabasının indirilmesi vesaire insani ihtiyaçlara binaen–, bir iki dakika bağlantı kurabiliyordum. Çarşaf içindeki kadını tanımak zaten mümkün değildi. Kimlik tespitini ancak çocukları yanındaysa yapabiliyordum. Erkek, akademisyen; kadın ise hemşireydi! İşini yapmasına izin vermiyorlardı ya, zaten dinsel tavrı nedeniyle sağlıkçı olarak çalışması neredeyse imkânsızdı. Sadece kadın hastalara bakabilirdi. Bilgisini erkek hastalar için kullanması mümkün değildi. İnancı buna izin vermiyordu. Fakat inancı, aynı zamanda erkek komşusuyla konuşurken ses tonunu olduğu gibi göstermesine de izin vermiyordu. Evi arasa ve telefonu ben açsam mesela, sesine erkeksi bir hava veriyordu. Yaklaşık, dört yıl aynı apartmanda oturduk. Fakat bir kez yüzünü görmedim. Ailecek görüşüyorduk lakin bizimki şizoid bir ilişkiydi nihayetinde. Kadın hariç herkes herkesle konuşuyor o ise sadece evin çocuk ve kadınlarıyla diyalog kuruyordu. O dört yıl boyunca herhangi bir konuda tek bir fikrini duymadım. Siyaset üzerine tek bir yorumuna tanık olmadım. Aslında varlığını algılamadım. Elbette değerli bir insandı, eşim ve çocuklar kendisini seviyorlardı ama benim için yok hükmündeydi, çünkü inancı bunu emrediyordu. Sahi bir insan, varlığını nasıl kanıtlar? Peki, görmediği konuşmadığı sesini duymadığı bir insanın varlığına, bir diğeri nasıl ikna olur? Bu nasıl bir ilahi şizofrenidir?

3- Fena hâlde kafası karışık bir toplumuz. İtiraf edeyim bundan ben de münezzeh değilim. Ama en azından ben, özgürlük, eşitlik, adalet ve vicdan mihengine vuruyorum değerlerimi. Çoğunluk, bunun en az birinden mahrum ve umuru da değil. O yüzden manzara fecaat arz ediyor. İster seküler ister dinci, Türkiye toplumu faşizmin her rengiyle tel tel dökülüyor. Geçen hafta, bir tweet üzerinden Barış Atay’a yönelik saldırıya tanık olduk. Atay, yılbaşının ilk bebeği sıfatıyla görsel medyada haber olan bir çifti sosyal medyaya taşımış ve mutlu aile tablosunun neredeyse dışına itilmiş çarşaflı kadını işaret ederek “fotoğraftaki anneyi bulun” demişti. Kısa sürede Atay’a öyle tepkiler yağdı ki sadece fotoğrafı geri çekmedi, üstüne, dipnotlar üzerinden kısmen özür de dilemek zorunda kaldı Atay. Peki, fotoğrafta ne vardı? Bir hastane odasında, sakallı bir erkek gülerek bebeğini tutuyor, iki üç yatak ilerde kara çarşaflı bir kadın, sanki fotoğrafa istemeden dâhil olmuş bir yabancı gibi yatağın üzerinde mahcup bir beden diliyle oturuyordu. Atay, kadıncağızın hâlini görünce, “Fotoğraftaki anneyi bulun!” diye yazmıştı. Kopan kıyametin sebebi buydu. Bir Yeni Şafak yazarı, Atay’ı faşist olarak nitelerken Marksist.org sitesinde ayar veren bir yazı yayınlanıyordu. Ama fotoğraf sahiden tuhaftı: Bizim bildiğimiz doğum sonrası çekilen resimlerin başrolünde anne yer alır. Bebeğiyle o kadar vakur ve görkemli durur ki yanda karısının elini tutan baba bile yok hükmündedir o an. Bebek ve anne hayatın merkezidir yani. İşte fotoğraf, bu hikâyeye son verip kendisi bir başka hikâye yazmaya kalkıyor, aslında toplum mühendisliği yapıyordu. Resim gerçek bir kara mizahtı aslında. Erkek, sanki doğum yapan kendisiymiş gibi bebeği kucağında tutuyor, anneyse sanki suç işlemiş gibi kadrajın dışına çıkmaya çalışıyordu. Atay, fotoğraftaki büyük yanlışa ve mühendislik çalışmasına işaret etmişti. Ne hikmetse herkes, bu planı ifşa etmek yerine, Atay’ı hedef tahtasına koyarak bu saçmalığı Kemalizm eleştirisi, inanca saygı, ötekine hürmetle soslayıp servis etmeyi tercih etti. Türkiye tipi Sünni İslam tarzı tam da buydu aslında: Bir insan ve vicdan hakkı ihlalini alıyor, sol değerler sandığından aparılan kavramlarla allayıp pulluyor ve ihlalin kendisini insan hakkına dönüştürüp berbat ve kokmuş bir yemek olarak önümüze sunuyordu. O fotoğraftaki görüntü, dünyanın her yerinde anneye ve kadına saygısızlık şeklinde yorumlanırdı. Oysa bizde hayat tarzına özgürlük olarak pazarlanıyor inanca saygı isteniyordu. Üstelik benim Nakşî ve Uşşakî dedelerim, çocuklarına böyle bir hayat tarzını öğretmedikleri hâlde. Anneyi o karenin içine çağırmak kadına hakarete giriyordu. Artık her türlü ayrımcılık, inanç özgürlüğü üzerinden aklanıyordu. Kaldı ki eleştiri özgürlüğü, ana yemek öncesi alınan aperatif miydi ki bu kadar rahat gözden çıkartılabiliyordu. Molièr’in Kibarlık Budalası bile daha saygılıydı fikir özgürlüğüne. En azından o sanat ve bilimin kötü bir taklitçisiydi. Buradakiler ise Batı değerlerini çıkarları için hem kullanıyor hem de utanmadan aşağılıyorlardı. Molièr yaşasa ne derdi acaba?

(Yazı bitmedi, devam edeceğim…)

[email protected]

 

Etiketler: