
Anavarza’yı beklerken
Kaybettiğimiz usta edebiyatçı Yaşar Kemal, bütün verimli yazarlar gibi hayatı boyunca durmaksızın, çok sevdiği yazmayı bırakmadı. İlerlemiş yaşına ve onca rahatsızlığına karşın, kafasında yeni projeler üretmeye devam etti. Üzerinde sekiz yıl çalıştığı Çıplak Deniz Çıplak Ada’dan sonra, Anavarza’yı yayınlaması bekleniyordu, kısmet olmadı. Usta’nın “Hiçbir kitabım için sekiz yıl çalışmadım” dediği Çıplak Deniz Çıplak Ada, Bir Ada Hikâyesi dörtlemesinin son kitabıydı ve 2012’de yayınlanmıştı. Ama bundan önce Usta’nın uzun yıllardır dile getirdiği ve 1974 tarihli Demirciler Çarşısı Cinayeti ile 1975 tarihli Yusufçuk Yusuf romanlarıyla bütünlenen Akçasazın Ağaları “ikileme”sini “üçleme”ye tamamlayacak Anavarza romanı bekleniyordu. Anavarza, Çukurova’nın kalbi, yörenin doğal ve tarihî bir merkezi… Bizim beklentimiz, Anavarza’nın doğası ve tarihinin, kendine özgü kahramanlarıyla yeniden anlatımı değil, Yaşar Kemal’in bütün yazarlara atfettiği “dünyası” Çukurova’nın “diyalektiğinin” yazılmasıydı. Usta, bunun ipucunu Yusufçuk Yusuf’un arka kapağında vermişti: “Akçasazın Ağaları tarihle, zamanla, düzenle hesaplaşmanın hikâyesidir. Ağalar çökerken yanı başlarında yeni bir tarih yazılır, değişme kaçınılmazdır. Güçlüler dövüşürken doğa da ses verir.”
FİLOZOF YANININ KEŞFİ
Anavarza, Çukurova’nın Grundrisse’si olacaktı belki de… Marx’ın varlığıyla yokluğu tartışılan ama sonra notlarının bir araya getirilmesiyle ölümünden sonra derlenip toparlanan son kitabı gibi… “Marks ile Yaşar Kemal karşılaştırması” amaçlı değil bu benzetme… Aslında Usta’nın bir edebiyatçıdan çok, bir filozof olduğu gerçeğine vurgu yapmak gerekiyor artık. Dikkatle bakıldığında, Yaşar Kemal’in yerel renkleri bütün sevimliliğiyle yansıtıp yorumlayan naiv bir Çukurova Marks’ı, bir Anadolu Marks’ı olduğu görülecektir. “Doğayı düşmanımız gibi görmeye başlıyoruz ve nasıl ki doğanın yarattığı tüm değerleri yıkarak insanı sakatlıyorsak, doğaya da kendi çelişkilerimizi ve sınıf sömürüsünü atfediyoruz.” (Le Monde gazetesinde yayımlanan röportajı, 1981)
Usta’nın Anavarza’sı, belki son zamanlarına kadar aldığı notlarla derlenip toparlanarak, yazdığı kadarının sığdırıldığı bir kitapta, ölümünden sonra yayınlanacak. Fakat belki, Anavarza’nın izlerini ta en başından beri takip etmiş de olabiliriz: “Toros Dağları’nın etekleri ta Akdeniz’den başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdenizin üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurovanın bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık! Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Osmaniyeyi geçip Islahiyeye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kışınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kışınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ışıl ısıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır.” (İnce Memed, cilt I) LEVENT ELPEN
Karanlığın sonu bir ulu şafak
Doğup büyüdüğü Çukurova’nın doğa haritası, kitaplarının, yazılarının, şiirlerinin her yerine işlemişti. Anadolu’ydu o… Daha çok küçükken, Birinci Dünya Savaşı’nın Van’dan sürükleyip getirdiği, göç yollarında binbir çileyle erimiş bir ailenin acıları içinde buldu kendini. Üç buçuk yaşında bir bıçak yüzünden bir gözü görme yetisini kaybetti. Dört buçuk yaşında, savaş sürgünü sırasında ailesinin yolda yaralı bulup evlât edindiği çocuk, camide gözü önünde babasını bıçakla öldürdü. Bu yüzden 10 yaşına kadar kekeme kaldı. Ailesinin yoksul Hemite köyüne yerleştirilme sebebi ise başlı başına Anadolu’nun “insanlık öyküsü” gibiydi. Adana’da Kadirli İskân Komisyonu Başkanı, ailesini Ermenilerden boşalan evlere yerleştirmek istedi. Usta’nın babası, kabul etmedi. Babasıyla iskân komisyonu başkanı arasındaki o diyalog, şöyleydi:
-Sadık Ağa sana Şemail’in konağını ve tarlalarını veriyorum.
-İstemem.
-Öyleyse niçin geldin bana, bu mektubu neden verdin?
-Beni bir yere yerleştir diye.
-Yerleştiriyorum işte, hem de en iyi eve.
-İstemem.
-Niçin?
-Anam dedi ki?
-Anan sana ne dedi?
-Anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez.
-Onlar kuş değil, Ermeni!
-Kuş!
-Ermeni!
Böylece ailesi, yoksul Türkmen köyü Hemite’ye yerleştirildi. Küçük Yaşar Kemal, evin içinde Kürtçe, dışında Türkçe konuşuyor ve unutulmuş bir isyanın insanlarının dilini ruhunun ta derinliklerine ilmek ilmek işliyordu. Çocukluğu, işte, Çukurova’nın tüm doğal renkleriyle hüküm sürdüğü bu insanlık evreninde geçti. Karacaoğlan’dan türküler söyledi, Van’ın Kürtçe efsanelerini, ailesinin dengbejlerden alıp anlattığı kelâmları dinledi. Ama bu insanlık evreninin bedelini, korkunç bir yoksullukla ödedi. Okuma-yazmayı bile büyük bir mücadele ile bir yarışmayı kazanır gibi öğrendi.
SİYASETİN BEDELİ
Daha 17 yaşında, arzuhalcilik yaparken üzerine yapıştırılan “komünist” yaftası yüzünden çekmediği kalmadı. İlk “siyasal tutsaklık” deneyimlerinden sonra zamanın aydınları ile tanışmaya başladı. Adana’da Pertev Naili Boratav ve Abidin Dino ile Kayseri’de askerlik yaparken de Mehmet Ali Aybar ile tanıştı. Bu dönem ona Pis Hikâye ve Kızamık adlı 80 sayfalık bir hikâyeden sonra Demir Çarık adlı bir roman yazdırmıştı. Ne yazık ki, aleyhinde oluşan jurnal havası, ölüm tehditleri ve Jandarma baskınları sırasında, folklor derlemelerinin büyük bölümüyle birlikte Kızamık ve Demir Çarık’ın yokedilişine tanık oldu. Kendisini yargılamak zorunda kalan hâkimin yönlendirmesiyle, İstanbul’a gitti.
Cumhuriyet’te Nadir Nadi ile görüşüp ilk röportaj işini yapmaya başladıktan birkaç ay sonra, Türkiye onu tanıdı ve çok sevdi. Yaşar Kemal adı da gazetecilikteki bu ilk görevinden kalmadır. Ona bu ismi veren Arif Dino’ydu. Gerçek adı olan Kemal Sadık Gökçeli’yi ekmek parası için çalıştığı gazeteciliğe karıştırmak istememişti… Ama Türkiye kendisini Yaşar Kemal olarak tanıdığı için edebiyat alanındaki adı da öyle kaldı.
1952’de Sarı Sıcak adlı öykü kitabı yayımlanan Yaşar Kemal, aynı yıl ilk eşi Tilda Hanım ile tanıştı. 1953’deki röportaj dizisi Sünger Avcıları büyük ilgi topladı, ardından 1955 yılında kendisine büyük ün kazandıran İnce Memed yayımlandı. Dağın Öte Yüzü serisinin ilki olan Ortadirek romanı, 1960’da, bu üçlemenin ikinci romanı Yer Demir Gök Bakır ise 1963’de, kitaplaştı. Serinin üçüncü eseri Ölmez Otu, 1968’de basıldı.
27 Mayıs 1960 sonrası dönemin sol akımlarının etkisiyle 1967-1971 arası yayınlanan Ant dergisinin, Doğan Özgülen ve Fethi Naci ile birlikte kurucusu oldu. Marksizmin Temel Kitabı adlı kitaptan dolayı 18 ay hapis cezasına çarptırıldı.
12 Mart 1971 darbesi sırasında, bir süre Davutpaşa kışlasında gözaltında tutuldu.
1974-75 yılları arasında Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ilk genel başkanı oldu. 1974’de Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı romanı Madaralı Roman Ödülü’nü aldı, Yer Demir Gök Bakır ise 1977’de Fransa’da Edebiyat Eleştirmenleri Sendikası tarafından Yılın En İyi Yabancı Romanı seçildi. Binboğalar Efsanesi 1979 yaz dönemi için Fransa Büyük Edebiyat Jürisi tarafından seçilen kitaplar arasında yer aldı.
12 Eylül 1980 darbesi sırasında, “ölüm tehditleri” aldığından, İsveç’e gitmek zorunda kaldı. 15 Ekim 1982’de İnce Memed ile Uluslararası Del Duca Edebiyat Ödülü’nü kazandı. 9 Mayıs 1984’de ise Yaşar Kemal’e Fransa’da Legion d’Honneur işanı verildi. Peter Ustinov tarafından filme aktarılan İnce Memed romanı, sıkıyönetim komutanlarının izin vermemesi yüzünden Türkiye’de çekilemedi.
1995’de ortak olarak yayıncısı olduğu Türkiye’de Düşünce Özgürlüğü kitabı sebebiyle, Terörle Mücadele Yasası’ndan yargılanarak 20 ay hapis cezasıyla yargılandı.
Usta, ömrünce peşini bırakmayan karanlığa teslim olmadı hiçbir zaman. “Hayat, umutsuzluktan umut yaratmaktır” deyip, noktayı koydu.
Şu dizeleri bize en büyük mirasıdır belki:
Dünyanın ucunda bir gül açılmış
Efil efil esen yele merhaba
Karanlığın sonu bir ulu şafak
Sarp kayadan geçen yola merhaba
İnsanın toprağından ayrılmasının acısını duydum
Yunanistan’dan gelenlerin başlarından geçenleri, savaşlardan dolayı yurtlarından olanları, Balkan, Doğu Anadolu, Karadeniz göçmenlerinin derin acılarını yaşadım. Bir romancının romanlarında, o romancının hangi sebeplerden yazdığı belli olur. Bu roman benim çocukluğumdan bu yana gelen maceramdır. İnsanın toprağından ayrılmasının ne menem bir belâ olduğunu hep canevimde duydum, onun ağıtları, destanlarıyla büyüdüm, “haribe vay haribe!” Bu roman da Dağın Öte Yüzü üçlüsü gibi yaşamım ve tanıklığımdır. (Sabah gazetesinde, Çıplak Deniz Çıplak Ada yayınlandıktan sonraki röportajı, 2 Ekim 2012) TARAF