
Cannes 2015: İlişkiler ve kayıplar üstüne bir festival
Festival, yarıya yaklaşırken, farklı açılardan öne çıkan filmler birbirini izliyor. Önceki yazımda, favorimin Macar yönetmen Laszlo Nemes’in Saul’un Oğlu olduğunu söylemiştim. Şimdi, bir film daha ekleyebilirim yanına; İtalyan yönetmen Nanni Moretti’nin Annem adlı son yapıtı. Son derece yalın ve kişisel bir film Annem… Moretti, tıpkı 2001 yılında yaptığı ve o yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan Oğlumun Odası filminde olduğu gibi, burada da kendi yaşam öyküsüne odaklanmış. Bir Papamız Oldu filminin kurgusu sırasında, annesinin ölüm haberini alan yönetmen, bu kişisel öyküden evrensel boyutlarda bir film ortaya çıkartmayı ve seyircisini etkilemeyi başarıyor (Hangimiz hayatından sevdiklerinden birini ya da birkaçını kaybetmemiştir ki).
Seyircisini duygulandırırken, bu duyguları sömürmeye yanaşmıyor Moretti, her zaman olduğu gibi. Filmin kahramanı olan kadın yönetmeni, Moretti’nin alter-egosu olarak görebiliriz (Bu rolde, Margherita Buy’un etkileyici yorumunun altını çizmek isterim). İşsizlik sorunu üstüne bir film çekiyor bu yönetmen. Moretti, sosyal içerikli filmlere-hatta kendi çektiği siyasal filmlere- hafifçe dokunduruyor, bu “film içindeki film”le; mizah ögesini çok iyi kullanarak. “Film içindeki film”de patron rolünü üstlenen Amerikalı oyuncu John Turturro, yönetmenin kardeşi rolünü üstlenen Moretti ve anne rolünde Giulia Lazzarini, hepsi de çok başarılı. Sevdiğimiz bir insanı kaybetmenin acısını anlatırken, özel hayatla profesyonel hayatın çelişkilerini de yansıtan film, Moretti’ye bir kez daha Altın Palmiye kazandırabilir.
BOMBALARDAN BİLE…
Özel hayatla profesyonel hayat ilişkisi deyince, Joachim Trier’nin Bombalardan Bile Güçlü /Louder than the Bombs adlı filminden söz etmemek olmaz. Burada da, Fransız sinemasının usta oyuncusu (22 kez Cannes’da yarışarak bir rekorun sahibi olan ve iki kez En İyi Oyuncu seçilen) Isabelle Huppert, bir kaza sonucu (bunun gerçekten kaza olup olmadığını filmin ilerleyen dakikalarında öğreneceğiz) hayatını yitiren bir savaş fotoğrafçısını canlandırıyor. Geride kalan koca (Gabriel Byrne) ve iki oğulun ona ilişkin anılarını, rüyalarını izliyoruz film boyunca. Aile içinde yaşanan felaketlerin bombalardan bile daha güçlü, daha gürültülü olabileceğini anlatıyor, Danimarka doğumlu olmasına karşın Norveç’te yaşayan ve çalışan yönetmen… Kanımca, yarışmanın güçlü filmlerinden biri; ama eleştirmenlerin hepsinden geçer not almayabilir. Nedeni ise, farklı temaları buluşturmakta Moretti kadar başarılı olamaması. Aile fertlerinden birinin kaybı, bu yıl yarışmada çok sık karşımıza çıkıyor. Laszlo Nemes, gerçek ya da muhayyel bir oğulla, onu gömmek için çabalayan bir babayı anlatıyordu. Eleştirmenlerden geçersiz not alan Gus Van Sant da, karısının kaybından duyduğu acı ve pişmanlıkla intihara karar veren bir adamın öyküsünü… Ama hepsi bu kadar değil… Japon sinemasının usta yönetmenlerinden Kore-Eda Hirokazu, Küçük Kızkardeşimiz adlı filminde, annelerinin ölümünün ardından buluşan üç kızkardeşin tanımadıkları bir üvey kardeşle karşılaşmalarını ve dört kız arasında gelişen dostluğu, yalın ve şiirsel bir anlatımla, sözlerden çok görüntülerin gücüyle beyazperdeye taşıyor. Bir çizgi-romandan uyarlanan ve dört mevsim boyunca gelişen filmde, dört kızkardeşe toplu bir oyunculuk ödülü giderse şaşırmam. Isabelle Huppert, bir kez daha karşımıza çıkıyor; Fransız yönetmen Guillaume Nicloux’nun Aşk Vadisi /Valley of Love adlı filminde. Bu kez, partneri bir başka dev oyuncu, Gerard Depardieu…
Boşanmış bir çiftin, oğullarının ölümünün ardından bir araya gelişlerini anlatıyor film. Gencin intihar etmeden önce anne ve babasına birer mektup yazarak, “Beni bulmak istiyorsanız, ‘Ölüm Vadisi’ne gelin” demesinin ve onları yeniden buluşturmasının öyküsü. İki insanın farklı bakışlarını, gerçekçi yaklaşımla metafizik yaklaşımı karşılaştıran bir film, Aşk Vadisi… İnanmak ya da inanmamak, işte soru bu…
MUTSUZLUĞUN RESMİ
Yabancılaşmanın, yalnızlığın dorukta olduğu günümüz toplumunda, mutlu ilişkileri konu alan film bulmak kolay değil elbette. Polis filminde çizdiği gerçekçi karakterleri bize sevdiren Fransız sinemasının kadın oyuncu- yönetmenlerinden Maiwen’in Kralım /Mon Roi adlı son çalışması kimseleri tatmin etmedi. Film, ski yaparken dizinden sakatlanan bir kadının (Açılış filmi Dik Başlı’nın yönetmeni Emmanuelle Bercot, bu rolde çok başarılı bir oyunculuk sergiliyor), yolunda gitmeyen evliliğinin öyküsünü anlatıyor. Kadın bakış açısıyla anlatılmış bir evlilik melodramı, Bercot ve Vincent Cassel’in başarılı yorumlarına karşın, yarışmada geri planda kalacağa benzer. Yarışmadaki iki Amerikalı yönetmenden biri, Far From Heaven, Safe, Poison gibi filmleriyle festival seyircilerinin gözdelerinden biri olan Todd Haynes, bu kez klasik bir anlatımı yeğlemiş. 1950’ler New York’unun tutucu ortamında geçen, lezbiyen bir aşk ilişkini anlatıyor Carol adlı filminde.
Patricia Highsmith’in Tuzun Bedeli /The Price of Salt adlı romanından uyarlanan yapıt, Cate Blanchett ve Rooney Mara’nın oyunculuklarıyla olduğu kadar, başarılı çevre tasarımı, görüntü yönetimi ve müziği ile öne çıkıyor. Toplumdaki ikiyüzlülüğü sergileyen film, Amerika açısından geride kalmış olsa da, pek çok ülke için hâlâ geçerli değerleri yansıtıyor. Nitekim, İranlı kadın yönetmen İda Panahandeh, “Belli Bir Bakış” bölümünde gösterilen Nahid adlı filminde, boşandıktan sonra çocuğunun kendisinde kalması için kadına getirilen “yeniden evlenmeme” kuralı, Carol’un başına gelenlerin aynısı…
İran toplumunda kadının yaşadığı sorunları dile getiren Nahid’le, gene aynı bölümde izlediğimiz Philippe Garrel’in karşılıklı aldatmalar içeren bir evlilik öyküsü anlattığı Kadınların Gölgesi’sini (L’Ombre Des Femmes) karşılaştırdığımızda, erkek egemen değerlerin iki ülkede de geçerli olduğunu, ama toplum baskısı ve yasalarda yer alan hükümler açısından aralarında dağlar kadar fark olduğunu görmemek elde değil. Günümüzün kadın-erkek ilişkileri üstüne bir yorum da, Yunan yönetmen Yorgos Lathimos’dan geldi. Yarışmanın az sayıdaki güldürülerinden biri olan İrlanda yapımı İstakoz’dan da yarın söz ederiz.
VECDİ SAYAR / CANNES