
İNSAN TABİATA İHANET ETTİ…BÜYÜK AŞK BİTTİ
Buket Uzuner, Anadolu’yu, kadını, doğayı ve Türk Şamanizmi’ni harmanladığı yeni romanı “Toprak”ı anlattı. Yazar, kitabı için “Anadolu’yu tabiat tanrıçasına bağladım” diyor…
Toprak, Buket Uzuner’in diğer eserleri gibi çok katmanlı, felsefi bir roman… Okurları, bir gerilim ve serüven romanının heyecanıyla sarmalayarak, Türk Şamanizmi’nin evrensel değerlerini ve bu geleneğin kilit taşı olan toprak etiği ve hakkına saygı duyma anlayışını odağına alıyor. Yazar Buket Uzuner, tabiat dörtlemesinin ikinci kitabı Toprak’ı anlatıyor…
Toprak, çok renkli karakterlere sahip bir roman. Böylesi çok sesli bir roman yazmaya nasıl karar verdiniz? Türkiye’yi anlatacaksanız çok sesli anlatmaktan başka şansınız var mı?
Bu güzel Anadolu binlerce yıldır çok kültürlü ve çok dilli uygarlıklara ev sahipliği ediyor. Bizler de onun şimdiki kiracılarıyız. İnsandan güçlü olan toprak gezegenin ev sahibidir. Anadolu hakikaten kültürel, iklimsel ve biyolojik çeşitlilikte eşi benzeri olmayan bir toprak. Sanırım bütün romanlarım polifoniktir, desem yalan olmaz; kültürel kimliğimizi tek kalıba sıkıştırmaya çalışanlara inat belki de…
Romanın hem tanıtımı, hem de arka kapak yazısında, kitapta aynı zamanda bir psikomitolojik bellek arayışı olduğu söyleniyor. Biraz bu konudan bahseder misiniz?
Psikiyatrinin bir dalı olan psikomitoloji, aslında günlük hayatımızda çok işe yaracak bir bilim. Çünkü psikomitoloji, her toplumun kendi rüya ve hayallerinden, korku ve umutlarından doğan masal ve destanlarının aslında o toplumun psikolojisini yarattığından yola çıkarak, bunları araştırıyor. Kısaca, “Her toplumun efsaneleri o toplumun ruh durumunu anlatır” diyor. Yunanlıları anlamak için Yunan destanlarına bakın, Türkleri anlamak için de Dede Korkud ve bu konuda Türkiye’de yazılmış en güzel kitaplardan biri olan ve Prof. Bilgin Saydam’ın dediği gibi ‘Deli Dumrul’un Bilinci’ne bakın. Türklerin ruh halini anlamak için verilen örnekteki Dumrul’un “deli” olması, bu toplum için deliliğin neredeyse kahramanlık ve zekâ belirtisi olduğunu bağırmıyor mu?
Toprak’ın başında romanı ithaf ettikleriniz arasında, “her biri Toprak’ın kızı ve aslen Tabiat Ana Umay’ın torunu olan Anadolulu çiftçi-köylü kadınlar” da var. O günün insanı, inanç ve felsefesi ile bugünün Anadolulu kadınları arasında bir bağ kurar gibisiniz. Nasıl bir bağ bu?
Toprak’ı “Tabiata zararlı projelerin önüne göğsünü siper ederek dikilen, asırlık yerel tohumları çeyiz sandığında en değerli mücevher olarak saklamayı akıl etmiş, her biri Toprak’ın kızı ve aslen Tabiat Ana Umay’ın torunu olan Anadolulu çiftçi-köylü kadınlara” ithaf ettim. Bunu şıklık olsun, modaya uyayım diye de yapmadım. Biliyorsunuz ben biyoloji ve çevre bilim eğitimi aldım ve ilk romanım da Yeşiller Partisiyle ilgili olan İki Yeşil Susamuru’dur. Yani yıllardır samimiyetle çevre sorunlarını mesele etmiş biriyim. Gördüm ki, bizim dahil olduğumuz Ortadoğu ve Doğu Akdeniz, Balkan ve Kafkas coğrafyasındaki başka hiçbir kültürde suyunu ve toprağını, ağacını ve tohumunu Anadolu’daki gibi göğsünü siper ederek koruyan başka çiftçi-köylü kadın kültürü yok. E, o zaman bu tabiat sevgisi ve direniş ruhu nereden geliyor? Ben bunu naçizane Anadolu kültürlerine derinden etkilemiş olan ‘Tabiat Tanrıçası Umay’a bağladım.
Defne Kaman, kafasına estiğini yapan ama tutkularına, arzularına sahip çıkan bir dünya vatandaşı. Ancak hal böyle olunca, özellikle emniyet müdürünün gözünde son derece tehlikeli ve güvenilmez bir figür haline geliyor. Defne’yi böylesi tehlikeli kılan nedir?
Defne Kaman vicdanlı ve sahici muhabirlik yapan bir gazeteci, kendini sokmayan yılanın bile bin yıl yaşamasını dert edinip, başkalarına fenalık edecekse o yılanı yuvasına kadar fikri takip edip, bulduklarını da kaydedip, arşivliyor. Bunları yapan bir insanın haliyle kendisinin de özgür, kendi kararlarını veren bir kişilik olması gerekiyor. Ancak bu karakter kadın olunca, kadının insan hakları konusunda eksik doğduğunu sananlar açısından misal temsil edeceği için tehlike sayılır.
Romanda Vali ile Emniyet Müdürü sanki birbirine zıt iki söylemi temsil ediyor. Biri çoğulcu ve demokrat, diğeri aşırı milliyetçi ve muhafazakâr. Özellikle son dönemde iyice günyüzüne çıkan toplumsal yarılmayı mı temsil ediyor bu karakterler?
Dünyada her zaman yenilikçi ve özgürlükçü insanlarla, düzenin devamından yana olup, yenilikçilerden istediği değişime karşı duranlar olmuş, hep de olacaktır. Asıl sorun ikisi arasında kolayca akıp giden, çıkarı için ucu kendine dokunana dek her fenalığa göz yuman ‘çoğunluk’ bence. Yoksa Nazizm yıllarca sürer miydi? Şimdi hangi Alman’a sorsanız; hepsinin babası ve annesi Nazi-karşıtıymış! Peki, Hitler’i oylarıyla seçenler İsveçli miydi? Bizde de olacak bunlar. Vali, hayatında hiç âşık olmamış, sevgilisiyle elele çay içmemiş, dans etmemiş, sahilde oturup denizi koklamamış bir adam. Katı ve alıngan. Bu insanlar, gençken karşı çıkmaya korktukları düzene, hazır kurulu hayatın bir çeşit konforu uğruna terk ettikleri yitirmişliğe olan öfkelerini dışa vuramamış insanlar.
Eko-hacktivist genç Karaca, foto muhabiri Attila gibi karakterlerden, bugünün gençlerinin dünyasını yakından, ilgiyle takip ettiğiniz anlaşılıyor. Bize biraz yeni neslin özelliklerinden, onlarda neyin ilginizi çektiğinden bahsedebilir misiniz?
Siz ‘yeni neslin özellikleri’, diye sorunca irkildiğimi itiraf edeyim çünkü arkadaşlarımın çoğu 1980 ve 90 sonrası kuşaktan ve ben onları ‘yeni nesil’ diye düşünerek izlemiyorum. Beraber iyi vakit geçiriyor, planlar yapıyor, seyahat ediyor, konserlere gidiyor ve bazen beraberce üretiyoruz da. Kendi kuşağımdan fazla arkadaşım kalmadı, Türkiye’de insanların çoğunluğu 30’larında hayattan emekli olup. macera duygusunu neredeyse hevesle dolaba kaldırıyorlar. Bir de 80- 90 yaş üstü dostlarım var, yıllanmış şarap gibiler, çoğu hâlâ üreten beyinler. Romanlarımı dolmakalemle binlerce sayfa defterlere el yazısı yazdığıma bakmayın, teknolojiyi çok severim.