
Son yılların en politik Cannes’ı
Genellikle, Amerikan sinemasından “hafif” bir filmle açılış yapan Festival, bu yıl suçlu çocukların eğitimi ve yargılanması konusunu ele alan bir filmle, Emmanuelle Bercot’nun Dik Başlı adlı yapıtıyla açıldı. Gençlerin yetişmesinde ve topluma uyum sağlamasında ailenin ve devletin sorumluluğunu tartışmaya açan film, eleştirmenler kadar seyircinin de beğenisiyle karşılandı. Pazar akşamı yapılan ödül töreninin ardından gösterilen kapanış filmi Buz ve Gökyüzü de, dünyamız için hayati bir konuyu gündeme getiriyordu. Luc Jacquet’nin belgeseli, bundan tam 60 yıl önce Antarktika’da bilimsel araştırmalara başlayan ve tüm yaşamını bu konuya, küresel ısınma ve bunun dünyamız için yarattığı tehlikeler üzerindeki çalışmalara adayan bir bilim insanının öyküsünü beyaz perdeye taşıyordu. Bir belgeselle kapanış yapmak başlıbaşına cesur bir karardı. Kaldı ki, bu yönetmenin penguenlerin yaşamını anlattığı önceki filmi İmparatorun Yolculuğu gibi seyri keyifli bir film de değildi. Elbette, Coen kardeşlerin başkanlığındaki Jürinin festivalin bu tercihinden etkilendiğini söylemeyeceğim. Burada Jürilerin bağımsızlığı konusunda pek tereddüt yoktur. Ama, ilginç bir rastlantı diyelim, Jürinin aldığı kararlarda öne çıkan filmler, sinemacının toplumsal sorumluluğunu anımsatan yapıtlardı.
AUDİARD’IN ZAFERİ
Jacques Audiard’ın Dheepan adlı filmini izledikten sonra yazdığım ilk yazıda, “Festival sonuçları üzerine tahminleri altüst edecek bir film” demiştim. Ertesi gün çıkan eleştirilerin çoğu, filmin zaaflarını vurguluyor ve hiç kimse Audiard’ın Altın Palmiye’yi alacağını tahmin etmiyordu. İtiraf edeyim, ben de etkilendim etraftaki konuşmalardan. Oysa, filmden çıkarken, filmin Altın Palmiye için güçlü bir aday olduğunu düşünüyordum… Sri-Lanka’dan Fransa’ya göçmen olarak gelen ve iltica talebinin kabul edilebilmesi için “karım ve çocuğum” diye tanıttığı iki kişiyi de yanında getiren bir Tamil gerillasının öyküsünü anlatıyor Audiard. Kahramanımız Dheepan’ın ve yanındakilerin yerleştirildikleri Fransız banliyösünde yaşadıklarına tanıklık ediyoruz film boyunca. Audiard, “Filme başladığımda Akdeniz’deki göçmenler bugünkü kadar gündemde değildi; zaten amacım, göçmen sorunu hakkında bir film yapmak değildi. ‘Öteki’ne bakış’ üstüne düşündüren bir film yapmak istedim” diyor. Audiard’ın Altın Palmıyesi’ne karşı çıkan çok oldu; kiminin tercihi Annem, kiminin Gençlik, kiminin Carol, kiminin de Katil’di. En büyük şok, yarışmada üç filmle temsil edilen İtalyan sinemasının festivalden eli boş ayrılması oldu. Bana göre, hiç olmazsa Nanni Moretti ödüllendirilmeliydi. Ama, jüri kararlarına saygı duyacağız elbette.
ZAYIF BİR SEÇKİ
Jüri, İtalyanları dışarıda bırakırken, festival süresince konuşulan diğer filmleri ödülsüz bırakmadı. Coen kardeşler, Ödül töreninden sonra yapılan basın toplantısında, “Olabildiğince fazla filmi ödüllendirmek istedik” diyordu. Oysa, Cannes’da aynı filme birkaç ödül gittiği olmuştur, hatta Coenler de aynı filmle üç ödül almışlardı, yıllar önce. Jürinin bu kararında, bu yılki seçkinin çok güçlü olmamasının da rolü vardır diye düşünüyorum. Örneğin geçen yıl, Kış Uykusu’nun diğer filmleri geride bıraktığı konusunda genel bir kanı vardı. Bu yıl ise, 19 filmden 7 -8 iyi film vardı; hiçbiri diğerlerinin önüne fazla geçemeyen… Kimi kararlarında, genel eğilimle ters düşmeyi göze almıştı Jüri. Örneğin Kadın Oyuncu dalında, hemen herkesin favorisi Carol filmiyle Cate Blanchett iken, Jüri filmin diğer kadın oyuncusu Rooney Mara’yı ödüllendirmeyi seçti. Bu daldaki ödül iki oyuncu arasında paylaştırıldı. Mara’nın yanısıra ödülü kucaklayan Isabelle Bercot (Açılış filminin yönetmeni, yarışmadaki Maiwenn’in Kralım adlı filminin oyuncusuydu), bu yıl Fransız sinemasının zaferini perçinleyen iki oyuncudan biri oldu.
SİSTEM ELEŞTİRİSİ
Erkek oyuncu dalında, Fransız yönetmen Stephane Brize’nin Pazarın Kanunu adlı filmindeki rolüyle, Vincent London ödülü kazanırken, bu karar hemen herkesçe alkışlanıyordu. Jürinin takdir edilmesi gereken kararlarından biriydi bu. Çünkü, dünyanın temel sorunlarından biri olan işsizlik sorununa değinirken, lafı hiç dolandırmıyor, sistemi suçlayarak, kapitalizmin kâr adına insanı tüketen yanlarını etkileyici biçimde sergiliyordu. London, basın toplantısında, filmi izleyenlerin, “İşte bu adamın yaşadıkları tam da benim hayatım” demelerinin önemini vurguluyordu. Festivalin toplumsal sorumluluğu vurgulayan filmlerinden, kanımca en iyilerinden biri olan ve Nazilerin toplama kamplarındaki dehşeti özgün bir sinema diliyle aktaran Macar yönetmen Laszlo Nemes’in Saul’un Oğlu /Saul Fia filmine verilen Büyük Ödül (Grand Prix)ve Katil filmiyle Tayvan Sinemasının büyük ustası Hou Hsiao-Hsien’e verilen En İyi Yönetmen ödülü genel bir kabul görürken; Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un İstakoz’unun aldığı Jüri Ödülü ve Kanadalı yönetmen Michel Franco’nun Kronik’inin aldığı En İyi Senaryo Ödülü, festivalin tartışma götüren ödülleri arasındaydı. Festivalde, Ziya Demirel’in Salı adlı filminin de yer aldığı Kısa Film Yarışmasının galibi ise, Lübnanlı Ely Dagher’in Dalgalar adlı çalışması oldu.
VECDİ SAYAR/CANNES