Salı , 26 Mayıs 2015
Anasayfa » Kültür ve Sanat » Uyuma değil ölü taklidi yapıyorlar
Uyuma değil ölü taklidi yapıyorlar

Uyuma değil ölü taklidi yapıyorlar

Ayça Güçlüten ilk romanı “Uykusuz”da, “gri” bölgeden hikâyeler anlatıyor. Yazar romanın çatısını “Gerçekten uyuyanı değil, uyuma taklidi yapanları uyandırmak zordur” sözü üzerinden kuruyor…

“Siyah ve beyazın birleşmesiyle tek çocuk doğabilir ancak ve o da gridir” diyor Ayça Güçlüten ilk kitabı Uykusuz’u anlatırken. Evet, Uykusuz gri bir kitap çünkü anlattığı hikâye; steril bir yaşamın puslu rüyalarında dolaşan, bazen bir baykuşun öyküler anlattığı, geçmişten çocuk seslerinin geldiği bir dünyaya açılıyor. Uyuyor taklidi yapmıyor bu hikâyenin kahramanı çünkü biliyor ki taklit yapanları uyandırmak en zorudur.

Güçlüten, Uykusuz’u ilk olarak senaryo olarak düşünmüş fakat aldığı öneriler onu, ilk romanını yazdığı bir yola sokmuş. Kendisi de iyi bir okuyucu olan Ayça Güçlüten bu yolda E.M. Cioran’ı Fernando Pessoa’yı takip etmiş… Kendisi yazdıklarını bir “roman” değil, “metin” olarak tanımlasa da bu tevazunun altında “dikkat” çeken bir dil ışıldıyor. Ayça Güçlüten’le Uykusuz’u konuştuk…

Önce senaryo olarak yazmışsınız bu kitabı. Nasıl oldu da bir romana çevirmeye karar verdiniz?

Sinemanın öykücüsü olmak istiyordum. Bu nedenle bu hikâyeyi önce senaryo kaleme aldım, doğru. Ancak senaryoyu okuyanların bazıları romana uyarlamamı tavsiye etti. Fikirlerine güvendiğim insanlardı. Hatta Pembe Candaner’dir bir tanesi. Kendisi “Edebi bir dili var bu hikâyenin ve tabii Türkiye’nin böyle bir filme hazır olduğunu da sanmıyorum Ayça” demişti. Açıkçası, başlangıçta beni düşündürdü bu öneri. Ama denemeye karar verdim ve bu hâle geldi. Epey de uzun sürdü. Şunu da belirtmeliyim ki, senaryo olarak bir ‘olmamışlık’ vardı Uykusuz’da. İyi bulmuyordum senaryosunu. Sürekli deviriyordum, siliyordum. Yorucuydu… Şimdi büründüğü hâle roman demeye de dilim varmıyor. Metin demek kâfi bence.

Asıl hayatını puslu rüyalarında yaşayan biri var. Neden farklı iki hayat yaşıyor kahramanınız?

Daha fazla hayat da yaşıyor olabilirdi. Bu mümkün. Her zaman biricik sandığımız hayatın yanısıra yaşamlar sürdürebiliriz. Ve yapıyoruz da bunu, bazen bile isteye olmasa da. Öykünün kahramanı Levent sadece yüzleşiyor, sorguluyor ve bunu yaparken savruluyor. Aslında bir arayışı ya da yaşamak gibi bir kaygısı yok. Hayal kurmuyor. Umut etmiyor. Oynamıyor. Sistemin dışında seyreden bir döngüde buluyor kendini ve bunu didikliyor. Yaşadığı hayatlardan birini kucaklıyor, diğerini öteliyor da değil. Kendini akışa bırakıyor pür bir şekilde. Gördüklerinin rüya mı gerçek mi olduğunu ise kimse bilemez. Biz bilebiliyor muyuz?

“Gerçekten uyuyan birisini uyandırmak kolaydır. En zoru uyuyor taklidi yapanı uyandırmaktır” alıntısını yapmışsınız kitabın başında. Peki, Levent gerçekten uyuyor mu?

Herkes gibi, evet. Ama bazı insanların bir uyanma saati var. Onlar şanslı olanlar. Onlar huzursuz ruhlar. Huzursuz bir ruhun gerçekten uyumasının imkân ve ihtimali yoktur. Çok meselesi vardır kafasında ve ruhunda. Geçmişi yüklüdür ve acıyla fazlasıyla tanışıktır. Levent de böyle biri. Önce mışıl mışıl uyuyan ve bir gün sıçrayarak aslında kendine uyanan biri. Uyuyor taklidi yapanlar ise ölü taklidi yapanlar olarak nitelenebilir bence. Kendilerindeki ve çevrelerindeki acıya kapılarını örtenler onlar. İşte onların bir uyanma saati yok. İstemiyorlar çünkü. Onlar popüler kültürün yarattığı sarhoşluk ve kaos içinde salınmayı tercih ediyorlar.

Peki, mutsuzluk bir insanı nasıl meşhur eder?

Anında eder. Gerçek bir mutsuzu bir ortamda kolaylıkla fark edersiniz. Tanımlanamaz derinlikte bir boşluğun enerjisini taşırlar. Dikkat çekerler. Merak uyandırırlar. Bugün de baktığımızda en çok mutsuzları konuştuğumuzu düşünüyorum. Kendilerine kıyabilecek ölçüde cesaretleri vardır mutsuzların. Kafa tutarlar yani yaşamla ilgili umutlu ve iyimser öğretilere. Ve gerçekçidirler. Dolayısıyla sürüden ayrılarak, tek başlarına hayatta kalabilirler. Sistem sözlüğüne göre değil belki ama bu da epey meşhurluk kazandırır bence.

Neden bu kadar “gri” bir kitap “Uykusuz”?

Başka çare yoktu çünkü. Siyah ve beyazın birleşmesiyle tek çocuk doğabilir ancak ve o da gridir. Levent gibi. O da bir tek çocuk ve gökkuşağıyla heyecanlanmayan, tavanının yalnızlığının gökyüzü addetmiş biri. Bulutların hiçbir zaman pembe olmadığını ve olmayacağını, daha önemlisi bir ölümlü olduğunu bilen bir kentli. Bana göre bir kentlinin rengi sadece gri olabilir. Puslu yaşamının başka bir rengi olmadığını kabullendiğinde de hakikatin ne olduğunu tüm çıplaklığıyla görebilir şehir insanı.

SUZAN DEMİR