Salı , 26 Mayıs 2015
Anasayfa » Yazarlar » Bir mizahi-politik Beyoğlu hikâyesi: Otuz yıl önce Kasımpaşa Lisesi’nde ne oldu
Bir mizahi-politik Beyoğlu hikâyesi: Otuz yıl önce Kasımpaşa Lisesi’nde ne oldu

Bir mizahi-politik Beyoğlu hikâyesi: Otuz yıl önce Kasımpaşa Lisesi’nde ne oldu

  1. Taksim’den Şişhane’ye doğru giderken, Pera Palas’ın sol çaprazında, bir zamanların şaşaalı Kazablanca Gazinosu’nun hemen karşısından aşağı vurduğunuzda Haliç kıyılarına ulaşırsınız. Ama siz yokuşu inmeyin ve sağ baştaki ilkokulu geçer geçmez, iri bir mazgalı andıran dar bir kapıdan içeri girin. İşte burası benim lisemdir. Altın Boynuz’a nazır manzarası, sağında Haliç Tersanesi, karşı kıyısında, şiirlere konu Cibali Tütün Fabrikası, o şekilsiz ruhsuz tek tip hapishane kıyafetini andıran mimarisiyle ilk gençlik yıllarımın Kasımpaşa Lisesi. 12 Eylül Darbesi’nden bir yıl sonra liseye başlamıştım. O panoramik Haliç manzarasına dalıp gitmekten bizi alıkoyacak hiçbir şeyin olmadığı zamanlardı. Çocukluktan çıkıp hayatı başka bir gözle görmeye başlarken içimizde kanat çırpan özgürlük ve haz kuşuna şaşkınlıkla baktığımız zamanlar. Ama haddimizi bilirdik. Terbiyeli ve disiplinliydik, olduğu kadar işte. Bunun için tepemizde boza pişiren bir okul idaresi vardı. Onların da başına ekşiyen Sıkıyönetim Komutanlığı! Bin dokuz yüz seksen üç On Kasım’ında “Atamızı anmak” için düzenlenen programa zorla seçilmiş yirmi kişi arasında ben de yer alıyordum. Zorla derken yanlış anlama olmasın. İtirazımızın ideolojik sebebi falan yoktu. Üniversiteye hazırlanıyorduk ve zaman değerliydi. Bizi engelleyecek ne facebook ne tweeter ne akıllı telefonlar vardı o vakitler. Tek engelimiz ergen aşklarımız bir de geceleyin sobasız odalarda çalışmak zorunda oluşumuzdu. Ama On Kasım programı tek başına on akıllı telefona bedeldi. Çünkü bir türlü Atatürk Oratoryosu’nu söylemeyi beceremiyorduk. Provalar uzuyor uzuyordu. Hoca titizleniyor, uğraşıyor, olmayınca veryansın ediyor ama bir türlü istediği kıvama getiremiyordu bizi. Aslında fena tırsıyordu. Kuzey Deniz Saha Komutanı teşrif edecekti merasime. Yani “very important” bir şahsı ağırlayacak; cuntacı ordumuz ve amiraline aman da nasıl layık olduğumuzu kanıtlayacaktık. Fakat biz Kasımpaşa Lisesi son sınıf öğrencileri, Samsun’un evlerini bir türlü denize baktıramıyor, sokaktaki yosun kokusunu bir türlü içimize çekemiyorduk. Her defasında biri hata yapıyor, sil baştan yaptığımızda ise eskisinden daha beter oluyorduk. Yok, inanın “kıllığına” yapmıyorduk ama hoca bizi dev bir “kıl” olarak görmeye başlamıştı artık. Nihayet törenden bir gün önce, inatla “Dokuzu beş geçe” diyen kızı, “Sen beni öldürmeye yemin mi ettin” diye haşlayıp biraz durdu ve sonra gözlerinde karanlık bir ışıkla hepimizi çevresine topladı ve dedi ki: “Eğer törende tek bir hata dahi yaparsanız hepinizi Sıkıyönetim Komutanlığına teslim ederim.” Çıt çıkarmıyorduk ya hissettiğimiz, nefretle karışık tiksintiydi. Yani Samsun’un evleri denize bakıp İzmir sokakları hem kız hem deniz kokarken bizim kıçımıza cop girecekti. Kıytırık bir töreni elimize yüzümüze bulaştırdığımız için işkence ve hapisle tehdit ediliyor, hoca kendi kıçını kurtarmak için bizimkini feda etmekten çekinmiyordu. O öğretmeni hiç unutmadım. Ne günlerdi ama. O zamanlar şimdiki gibi özgür değildik. Sokaklarda gaz fişekleriyle vurulmuyorduk mesela. Emniyet’in pencerelerinden atılıyorduk daha çok. Ama madenlerde üç yüz kişi de can vermiyordu. Atatürk yüz yaşına girmiş ve bu tuhaf hadise nedense okulun duvarına kocaman harflerle yazılmıştı. Kutlu Doğum Haftası henüz icat edilmişti ya Kuran’dan pasta yapıp sağa sola gül dağıtma pespayeliği daha yoktu. Beş vakit küfrettiği Frenklere özenen görgüsüz sözümona dindar züppelerin iktidarına daha vakit vardı. O günlerde içimiz dışımız Atatürk’tü! Tabii korkumuz da! Hakkımızda devletin ferman etmemesi için rüyalarımızı bile sansürlüyorduk. Aslında niyetimiz filan da yoktu ya maazallah belli mi olurdu? Bir şaka bir fıkra bile hayatımızı karartmaya yeterdi. Bakın bugün mizah dergileri ne kadar özgür değil mi? O dergilere hakaret davası açan Cumhurbaşkanımız yok çok şükür! Pencereden Başbakan’ı protesto ettiği için gözaltına alınanlar da? Nereden nereye! Nasıl? On Kasım’da ne mi oldu? Çıktık. Cahit Külebi’nin manzumesini okuduk. Yok. Hata yapmadık bu kez. Kıkırdayarak “Atamızın manevi şahsına” halel getirmedik. İşkenceden yırttık yani. Ama komutan da varlığıyla “şereflendirmedi” bizi. Velhasıl On Kasım’ı ucuz atlattık. O gün bugündür generallerden haz etmem. Allah, bizi bütün ilahlardan ve yeryüzündeki gölgelerinden korusun. Amin!
  2. Ne yazık ki lise yıllarımın hakkını veremediğimi düşünürüm hep. Hani şu doya doya yaşayamamak hâlleri. Cunta yıllarıydı. Adam olmak için okuyorduk. Pera’nın sokakları dar ve kasvetli, evleri soğuk ve ıslaktı. Dersler bizi yoksul kaderimizden kurtaracaktı. Ama hayat yine de güzeldi. Henüz solcu da değildik şükür! Kenan Paşa’ya muhabbetimiz de vardı üstüne. Yani devletle aramız iyiydi işte. Yine de hava boğucuydu. Daralıyorduk gazlanmış gibi. Sanki hayatımızı başkası yaşıyor, biz trenin ardından bakıyorduk. Ama itiraf edeyim okul eğlenceliydi. Var olduğumu hissediyordum orada. Lise 1’de eğlenceyi epey abartmış bir sınıfa düşmüştüm. Hababam Sınıfı ayarında değildik ya sürekli başkan değiştirmek zorunda kalıyorduk mesela. Kim gelse şapkasını alıp gitmek zorunda kalıyordu. Akıllanmıyor üstüne başkanı da çıldırtıyorduk. Nihayetinde baktık olmayacak, sınıfın en serseri oğlanını başkan seçmeye karar verdik. Oğlan dediğime bakmayın tevellüdü bize en az üç yıl fark atan bu genç adam, sınıftaki “anarşinin” sebebiydi. Evliya, hiç de masum bir serseri değildi: Kızları taciz eder, ekibiyle sağa sola sataşır, kuvvet gösterisine kalkar yani bildiğiniz eşkıyalık ederdi. Allah için sınıfa dokunmaz ama öteki sınıflara acımazdı. Esprili çocuktu aslında. Uzatmayım, Evliya’yı “Başkan” seçerek asayiş meselemizin çözüleceğini düşündük ve kararımızı hayata geçirdik. Yanıldığımızı daha ilk gün anlayacaktık. Evliya boş derslerde, sınıfı sakinleştireceğine daha da azdırıyor, kontrolü ele almak için sıraların üstüne zıplayıp bize şöyle sesleniyordu: “Benim değerli havyan arkadaşlarım. Sizden sessiz olmanızı rica ediyorum.” Arkasından kahkaha patlatıyor, bağırış çığırış içinde sınıfça kopuyorduk. Evliya’nın enerjisi bize de geçiyor hepimiz küçük birer Evliya’ya dönüyorduk artık. Nihayetinde Müdür Yardımcısı Hadi Bey gelip o standart imam sesiyle, –din hocasıydı kendisi– okulu ahıra çevirdiğimizi, üniversiteyi kazanmanın kolay, liseyi bitirmenin zor olduğunu, böyle giderse basit birer işçi olacağımızı söyleyip hepimize ayar veriyordu. İyi de babalarımız zaten işçiydi. Ama basitler miydi bakın onu bilemiyorduk? Bizim Başkan, bütün o eşkıya hâllerine rağmen muhafazakâr ve kendince dindardı. Tüm bunların aynı bünyede nasıl barındığını sormayın lütfen. Sadece çevrenize bakın yeter. Bilgi, kültür hak getireydi ya kendini üstün gördüğü ortadaydı. Özgüveni tamdı. Fakat kendi huzur bulmadığı gibi bize de huzur vermiyordu: Ne arka sırada dersi kaynatırken ne başkan kolluğuyla küfrederken. Nihayet, hep beraber disipline gitmektense Evliya’yı harcamaya karar verdik. Ve Başkan’ı demokratik bir seçimle devirdik. O gün sınıfça anladık ki eşkıya dünyaya değil hükümdar, “Başkan” dahi olamıyordu. Sorunları çözemiyor yetkisini kafasına göre kullanmaya kalkıyordu. Hakkını yemeyim Evliya başkan olmak filan istememişti. Yetkisini de emellerine alet etmiyordu. Hırsları daha insanîydi, bugünkü benzerlerinden. Bize yeni bir düzen dayatmaya kalkmıyor, başkanlığın rantını yemiyordu ama o da kabadayı tarzından bir türlü kendini kurtaramıyordu işte. Evliya başka Kasımpaşalılarla kıyas edilemezdi yani.
  3. Cumhuriyet Bayramı arifesiydi. Lise sondaydık. Yetişkin olduğumuzu hissediyorduk artık. Bedenimiz çoktan çıkmıştı ya aklımız da artık çocuk değildi. Yani herkesten biraz saygı bekliyorduk fazlası değil. Ne yazık ki idare hiç de aynı fikirde değildi. Kızların yanında tokatlanmaktan kurtulamıyor, saç kontrolünden de yırtamıyorduk mesela. O gün başıma geleceklerin farkındaydım. Aslında saçım bit kadar sayılırdı ya ne yalan söyleyim, benim bitler biraz semirmişti. Neyse efendim. Tam kapıdan içeri girerken bir öğretmen kolumdan çekip beni kenara aldı. “Bu saçla okula giremezsin! Kestir gel.” Cuma namazında Allah’a yakaran bir mümin gibi baktım yüzüne hocanın “Ama hocam bugün zaten yarım gün, yapmayın!” “Beni ilgilendirmez. Çık dedim!” “Şu sınava gireyim bari.” “Bak hâlâ konuşuyor.” Kös kös geri döndüm. Hâlbuki öğretmenler beni sever. Derslerim iyi, saygılı öğrenci filan. Kasımpaşa standartları dışındayım. Ayrıcalığı hak ediyorum yani. Üstüne o gün de İnkılap Tarihi’nden okul çapında sınav var. Kaderime razı olup evin yolunu tutarken birden elimdeki defter geliyor aklıma. Arkadaşıma vermezsem matematik çalışamaz. Sonra hır gür! Hızla okulun arka tarafına yöneliyorum. Sınıfımız istinat duvarına baktığı için gözlerden ırak! Yüksek zeminli sınıfın penceresine oturmuş arkadaşa kitabı uzatıyorum. “Hamit al şu defterini!” “Oğlum bırak defteri, gel seni sınıfa alalım.” Nilüfer de destek atıyor Hamit’e “Hadi Şinasi nazlanma!” “Olmaz yakalanırız.” “Lan manyak mısın kim görecek burada.” “Ya bırak, başımı belaya sokmayın şimdi benim.” “Ulan Şinasi bir kere de isyan et şu düzene lan!” Sendikacı komşumuzun kitaplarıyla ağırdan sosyalizme çark etmeye başlayan ben “Şinasi” nihayet kuralları yıkarak sınıfa güç bela pencereden çekiliyorum. Ve o sınavda birinci oluyorum. Yirmi sorudan on sekizini cevaplayan bir başka talebe çıkmadığı için 29 Ekim’de Nutuk’la ödüllendiriliyorum! Kitap hâlâ durur kütüphanede. Saçlarım bir parmak uzun olduğu için kapısından kovulup penceresinden mülteci girişi yaptığım Kasımpaşa Lisesi’nde, ihtimal artık saç kontrolü yapılmıyor. Ama otuz iki yıl sonra Yalova’da Serkan Hoca, Vali tarafından öğrencilerinin önünde aynı nedenle aşağılanıyor ve onuruna yediremediği için can veriyor. Serkan Hoca, makamından başka hiçbir insani özelliği olmayan o Vali’ye haddini bildirse, mesela sınıfından kovsa şu anda yaşıyor olacaktı belki. Bazı insanlar haysiyetten ibarettir. Bir kırıcı söz, onlar için ölüm sebebidir. Serkan Hoca ölümüyle en büyük dersini verdi belki de bilmeden öğrencilerine: “Hayatı anlamak yetmez cancağızım! Bize direnmek lazım!” İhtimal Hoca da biliyordu ya bunu, bazen bilmek yetmiyor işte! Velhasıl cunta döneminde saçımıza bakıp bize anarşist diyenler gitmiş yerine tipine bakıp öğretmene anarşist diyen AKP rejimi gelmişti. Cunta gideli çok olmuştu ya ruhu AKP’de yaşıyordu işte.

Kasımpaşa Lisesi üzerinden Kısa bir Beyoğlu siyasi okuması yaptık. Gelecek yazıda Pera’nın sokaklarına dalacak ve bu kez on yıl daha geriye yetmişli yıllara döneceğiz. Bekleyin efendim.

[email protected]

 

 

*

Not:

Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz:

http://arsiv.taraf.com.tr

Etiketler:

Hakkında Murat Utkucu

Murat Utkucu