Keskin çizgileri olmasa da, etobur bir balık olması ve kendi yavrusunu bile yemesi sebebiyle lüfer, Karadeniz’den Marmara’ya göçünü boy boy gerçekleştirir. Ağustosta kofanaların sürüler hâlinde geçişiyle başlayan bu göç, İstanbul Boğazı için aralık ve ocakta, çinekopların eklenmesiyle tamamlanır.
Binlerce yıldır devam eden bu düzen, bir av bilgisi olarak elbette İstanbul reislerinde mevcuttur.
Gerek lüfer balığında avlanma alt boyunun 14’ten 20 cm’ye yükseltilmişliği ve gerekse de geçmişte 11 olan derinlik yasağının gırgır ağları için 24 m’ye çıkarılmışlığı; Boğaz’dan Marmara yönüne akan lüfer balığının bir kısmını, av sezonunun ilk aylarında olsun, önemli ölçüde korumakta aslında. Ancak yasadışılık denizlerimizin sürdürülebilirliği önünde hâlâ en önemli tehdit! Zira koruyucu yasalar çıkarmak yetmiyor, denetim ve caydırıcı cezalarla bu yasaların pekişmesi gerek.
Üç aşamalı bu “gerek”ler zincirinin ilk kısmı, yani yasa yapım kısmı, sivil kurumlar, kıyı balıkçıları, duyarlı tüketici, bilim insanları ve bürokratlardan oluşan geniş bir işbirliği sayesinde bir süre önce başladı. Yasa hâlâ çok eksik olsa da, lüfer son derece önemli bir ilke sebep oldu; “lüfer ve çinekop iki ayrı balıktır” diyecek kadar düşen ve denizi kendi malı sayan bir grup gırgır reisinin karşısına yakalarında Lüfer Koruma Timi rozetleriyle gelen ve “rezerv alanlar” talep eden kıyı balıkçısı çıktı! Denizlerin sürdürülebilirliği adına konuşmalarda hak ettiği yeri aldı.
Slow Food ve Greenpeace’in de parçası olduğu, SürKoop ve İstanbul Birlik’in başı çektiği o mucizevi işbirliği bugün mevcut değil. Belki hareketlerin doğası gereği, belki de kaçınılmaz yorgunluk.. ne derseniz deyin sebep adına; bu boşluk yasakları adil bulmadıklarını her fırsatta tekrar eden ve lüferin yok olmakta olduğunu reddeden kimi İstanbullu gırgır reisleri için bir avantaja dönüştü bile! Son bir aydır Boğaz’da, neredeyse yangından mal kaçırır bir hâlde, avlanıyorlar!
İstanbul’daysanız, aralık ayında Kalender önünde, yeniyıl gecesi ise Dragos sahilde, Adalar’da, yani İstanbul’un yasal ve yasadışı tüm sularında gırgırların yavru lüferlere ağ atışlarına şahit olmuşsunuzdur. İstanbul’da ya da Türkiye’nin bir başka şehrinde, bu geçtiğimiz haftalarda, balık almaya çarşıya indiyseniz, hiç olmadığı kadar çok yavru lüfer görmüşsünüzdür tezgâhlarda. Bu tarihlerde büyük marketlerin balık reyonlarında bile yasadışı av mahsulü yavru balıkların satıldığı 174, Alo Gıda şikâyet servisine yapılan ihbarlarla sabittir.
28-30 Ocak gibi gerçekleşmesi beklenen Ayandon Fırtınası, şu anda esmekte olan lodosla yeniden Boğaz’a kaçan, Haliç’e sığınan “balığı yeniden Marmara’ya sürecek” diyor, konuştuğum küçük ölçekli balıkçılar ve ekliyorlar, “tabiİ ne kaldıysa kıyımdan geriye!”
Onların bildiğini gırgır reisleri de biliyor…
Binlerce yıldır devam eden bu muazzam göç düzeni ve almanaklara işlenmiş fırtına takvimi İstanbul’un büyük küçük tüm kayıklarının bilgisinde olduğu gibi; kanaatim odur ki, bu dönemde yasadışı avcılığın artacağı tecrübesi de Sahil Güvenlik Komutanlığı ve İl Tarım Müdürlüğü denetçilerinde mevcuttur! Ancak gerekler zincirinin ikinci ve üçüncü halkaları tamamlanmadığından, Boğaz’ı aşan eşkıyalık karşısında her ikisi de yetersiz kalmaktalar. Düşünün ki Tarım Bakanlığı denetçileri İstanbul Hali’ni denetlemeye kolluk kuvvetlerinden destek istemekte, SGK’nın pek çok denetimi de asgari bir reisin, görevini yerine getirmeye çalışan bir denetçiye saldırması ile neticelenmekte!
Deniz, yokoluşun eşiğinde, alınması gereken önlemler de belli! Yasanın eksik, işleyişin problemli olduğu yerde stk’lar girer devreye ve bu nedenle hepimize ama en çok da balıkçı stk’larına düşen görev hiç olmadığı kadar çok bu dönemde.
Haftaya devam edeceğim.
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: