Salı , 2 Haziran 2015
Anasayfa » Yazarlar » Dağlara, tepelere denizden denizden bakarken
Dağlara, tepelere denizden denizden bakarken

Dağlara, tepelere denizden denizden bakarken

Fetih günü şuymuş, buymuşdan geçtim… Nasıl oluyor da şehrin her tepesine sanki az önce sur kapısını yıktık da geçtik gibi bayrak dikiliyor her gün? Ele geçirmenin, alan tariflemenin, sahiplik ilan etmenin işareti değil mi bu koca koca direkler ve her köşeden görülebilir bayraklar? Kime nispet, neye ilaç.. var mı bilen?

Bin bir taraftan okumak; yamultup kendimizi merakla ve hafif de gözümüzü kısarak altına arkasına bakmak gerek bu soruların. Fırsat bu fırsat hattâ fetih vesilesiyle Emre Can Dağlıoğlu’nun Işık Tamdoğan ile yaptığı röportajını da okuyun. Agos’ta.

Bense sabrınıza sığınıp, hep yaptığım gibi, meseleye denizden bakmayı seçeceğim. Biraz kaşımak gerek bu bayrakların sebebini, zira.

Osmanlı’nın İstanbul’a yerleşişi 1453 malum ama biliyorsunuz elbette, 1453’te inşa olmadı bu şehir. Yarımburgaz, Fikirtepe, Silivri bir yana, en son Marmaray yapılırken gün yüzüne çıkıp, “çanak çömlek okuyucuları” sayesinde adı konulup tarif edilen 8500 yıllık bir insan yerleşkesi tarihi var. Dile kolay! Zira 16 yüzyıla yayılan bir zaman diliminde de imparatorluklara başkent olmuş İstanbul! Yani fethi hep çok önemli, elde tutması da hep onur meselesi bu şehrin ama ışığı da hiç sönmemiş, parlamış..

Nereden besleniyor bu ışık, ona bakmalı belki.

Ben şehrin her yöne yaydığı bu megapol ışıltısının (süperstar gibi de okuyabilirsiniz) kaynağını, denizinde görüyorum. Öncelikle bereketli. Evet, şimdi sefil bir düzende yaşıyor ve çiftlik çuprası ile besleniyor olabiliriz ama son 30 yıl hariç, aç kalması kabil değildi Boğaz’ın, Marmara’nın kıyısında yaşayan İstanbullunun. Biyolojik koridor sadece lüferine, yelkovan kuşlarına değil, en az onlar kadar canlı, en az onlar kadar ölümlü insana da hayat kaynağı. Yani geçmişse bir 8500 yıl, denizin kıyısında, onun bereketi ve kollayıcılığında geçmiş. Işığı orkinosunda, örümcek yengeçlerinde, çirozunda, likorinosunda, hattâ sandal sefasında, bir tatlı sedasında aramak gerek, yani.

Oysa bugün deniz bir konu olacaksa Ataköy’ün itirazlara inat dikilen yeni siteleri, dev plazaları ile yasadışı avcılığından kuruluyor cümleler! Bir de sosyal güvencesi yok, mevsimlik işçi statüsündeki balıkçılarına yuva iken her biri adım adım tekne parklara devşirilen Boğaziçi’nin kooperatif barınaklarından…

Osmanlı’nın ilk tersanesinin burada olduğunu biliyorsunuz, değil mi? Çocuğuna bir kayık yapmayı bile öğretmeyenlerin şehrinde insan bağlayamıyor, o yüzden soruyorum. Yoksa tersane olduğu yerde duruyor: Kasımpaşa’dan Hasköy’e kadar adım adım genişletilmiş arazisinde özelleştirilmeyi bekliyor. Bir küçük google taraması yaparsınız, “her biri 70 yat kapasiteli 2 yat limanı, her biri 400 oda kapasiteli 5 yıldızlı iki otel, dükkânlar, restoranlar, kongre ve kültür merkezleri, sinema ve eğlence tesisleri, 1000 kişilik cami ve otopark” projesini okuyabilirsiniz.

Tuzla’nın tersanelerine de bir bakarsınız belki, hazır eliniz değmişken. Belleğimizde aynı rezidans inşaatlarındaki gibi en çok ama en çok işçi ölümleriyle yer edişinin yarınımızı nasıl şekillendireceğini soracak kiminiz, kimseniz var mı… bilmiyorum tabii.

Deniz diyorum ya, muazzam bir geçiş noktası aynı zamanda! Herkes koşmuş gelmiş bu ışığına. Duvar indiğinde Berlin’de ve akabinde yıkılırken tüm sistemler çevrede, denizle gelip, denizden dönüp; Karaköy limanlarında sergi kurup, madalyalarını, havyar ve votkalarını satıp kapitalist sisteme tepe üstü dalanların seçtiği şehir de yine burası, İstanbul.

Fetih günü şuymuş, buymuşdan geçtim… ışığının hakkını veremeyişimiz dokunuyor olabilir mi gönlümüze? Bu dağlara tepelere dikilen bayraklar, doldurduğumuz deniz, talan ettiğimiz bereketini örtbas edebilmek için mi yoksa? Sahip olmak mı önemli, beraberlik kurmak, muhabbet yakalamak mı?

Fetih vesilesiyle olsun, bu soruları soracak kimseniz var mı?

[email protected]

 

Etiketler:

Hakkında Defne Koryürek

Defne Koryürek