
Diyanet’in tutarsızlıkları
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, geçen hafta bir televizyon programında kendisi ve kurumuna yönelik bazı iddiaları cevaplandırmaya çalıştı; gelgelelim, verilen cevapların çoğu dinleyiciyi ikna edecek doyuruculukta olmadığı gibi, hemen hepsi kendi içinde bazı çelişkiler de barındırıyordu.
Öncelikle, kendisinin ve kurumunun eleştirilmesinin demokratik bir ülkede doğal olduğunu söyledi: “Biz ruhban sınıfı değiliz, lâyüs’el değiliz, tartışılmaz değiliz.” Yalnız, hem programa sarık ve cübbe giyinip çıkarak sunucu ve izleyici ile arasında bir hiyerarşi kuruyordu, hem de soru soranların “niyetleriyle” ilgili okumalara girişiyordu. Başkan’a göre “dinî hassasiyetle” eleştirenler olduğu gibi öyle olmayanlar da vardı…
Diyanet’in bir “millet kurumu” olduğunu ve toplumsal meşruiyetinin yasal meşruiyetinin önünde olduğunu söyledi. Ama buna örnek verirken değindiği hizmetler, tamamen toplumun belli bir kesiminin aldığı hizmetlerdi. Yani son yıllardaki siyasi söylemlerden alışık olduğumuz gibi, “millet” kavramına yüklediği anlam daraltıcı ve dışlayıcıydı. Ama Başkan’a göre Diyanet, “bu toplumun birliğinin çimentosu” idi.
Öyle olunca akla gelen ilk soru şuydu: Diyanet herkesin vergisi ile çalıştığı hâlde neden sadece Sünnilere hizmet sunuyor? Görmez kendisini bu konuda “en çok empati yapan, en çok mücadele veren bir insan” olarak tarif etti ve kuruluşunda beri Diyanet’in, mezheplerden birini diğerine tercih etmediğini, sadece birine hizmet yapıp diğerini yok saymadığını savundu. Fakat Alevilerle ilgili “pek çok şey” yaptıklarını da söylemesine rağmen hizmet olarak sadece iki örnek verdi: Alevi klasiklerinden bazılarının neşri ve Muharrem ayındaki bazı hutbeler.
Sonra konu İlahiyatlara geldi. Alevilere göre eğitim veren bir İlahiyat olmadığını kabul etti. Sonra da, “Ama aslında İlahiyatta verilen eğitimin de yüzde doksanı müslümanlık ortak paydasında verilir; bir mezhebi esas alarak verilmez” dedi. Bunun tam olarak böyle olmadığını, İlahiyat fakültelerinin müfredatı zaten gözler önüne seriyor. İlahiyat fakültelerinde Alevilik, Mezhepler Tarihi derslerinde dahi etraflı bir şekilde işlenmiyor maalesef.
Vergi vermelerine rağmen inançsız vatandaşların ve diğer din mensuplarının “hakları”na ve itirazlarına dair ise hiçbir söz etmedi; bütün tartışma, onca tutarsızlıklarla birlikte, İslam içinde kaldı.
Kendisine yaklaşık bir milyon liralık bir makam aracının tahsis edildiğini doğruladı. Bunun belli bir baremin üzerinde olduğunu ve Bakanlar Kurulu’nun özel izniyle satın alındığını da doğruladı. Görmez’e göre o makamdaki birinin öyle bir araca binmesi yanlış değil, doğal idi. Buna rağmen, araç alımı üzerine söylenenlerin “yalan, iftira ve itibarsızlaştırma” olduğunu savundu. Sonrasında ise “ibret-i âlem” olsun diye aracın iade edileceğini söyledi.
Bu pahalılıkta bir araç almasının yanlış olmadığını ısrarla savunurken, hiçbir şekilde lükse, israfa dair cevap veremedi. “Edep, makamın mehabeti, kurumun saygınlığı” elvermediği için pek çok şeyi konuşamadığını söyledi…
Araç üzerine yapılan tartışmalarla ilgili değerlendirmesi de hayli şaşırtıcı idi: “Bunları sadece siyasetçiler yapsaydı ben yadırgamazdım. Siyaset başka bir arenadır; herkes kendisini haklı göstermek için başka her yola başvurabiliyor.” Siyasetçilerin kendilerini haklı göstermek için “başka her yola” başvurabilmelerini bir Diyanet Başkanı olarak nasıl ve neden yadırgamadığını anlayamadım ve yadırgadım doğrusu…
Yazıyı Başkan’ın bizlere öğütledikleri ile bitirelim. Görmez, lüks yaşam konusunda “Sizin için en büyük fitne altındır, gümüştür” hadisini hatırlattıktan sonra şunları tavsiye etti: “Yoklukla imtihan kolaydır; varlıkla imtihan çok daha zordur… Birbirimize Selman-ı Farisi’yi, Ebu Zerr el-Gıfari’yi hatırlatmalıyız; mülkiyetin ve varlığın büyük bir imtihan olduğunu, helal lokmayı, helal kazancı hatırlatmalıyız…”
Twitter: @emrahce
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: