
Fetih kavramı temsil kabiliyetini kaybetti
TSK 84 kişilik kadrolu “Mehteran Takımı”nı yeterli bulmamış, 1. Ordu bünyesinde 500 kişilik bir “Fetih Birliği” oluşturmuş. 14 değişik tipteki kıyafetlerini ise Büyükşehir Belediyesi hazırlatmış. Böylece Osmanlı ordusunun tüm sınıfları geçit törenlerinde temsil edilecekmiş.
Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu yıllarda bir kamyona bindirilen eski bir Karadeniz takası Fatih’in Haliç’e savaş gemilerini karadan taşıtmasını canlandırmak amacıyla Taksim Meydanı’na çıkarılır ve orada tur attırılır sonra Kasımpaşa’ya yönelirdi. Bu tarihlerde gazeteler bu derme çatma törenle, yeniçeri kıyafeti giydirilmiş belediye zabıtalarının spor ayakkabıları, ellerindeki telsizler ile dalga geçerdi. Oysa bu törenlerde bir metafor olarak fethin temsil kabiliyeti bugünkünden çok daha farklıydı. Erdoğan Taksim’e cami yapamayınca 1953’te fethin 500 yılı kutlamaları için seçilen mekânda, Topkapı’da, Bizans surlarının dışında bir Fetih Müzesi ve Osmanlı Parkı tasarlattı. Benzerlik şaşırtıcı: Bu parkın açılışını yapan Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ise aynı 1939’larda, İstanbul’un o zamanki Belediye Başkanı Lütfi Kırdar’ın kullandığı cümleleri kullanıyor: “Burası alelade bir park değildir. Ziyaretçilerin yalnızca eğleneceği, zaman geçireceği değil, kendi geçmişini öğreneceği bir yerdir.”
İstanbul’un fethi, modernleşme sürecinde askerî bürokrasi tarafından oluşturulan milli devlet projesinin, Osmanlı imparatorluğunu ulus-devlete dönüştürmeyi amaçlayan ve sonradan “1. Milli” olarak adlandırılan siyasal hareketin bir buluşudur. Tıpkı 20. yüzyıl başında denenen sonra 50’li yıllarda hayata geçirilen mehter takımı ve mehter marşı gibi. Yeniçeri teşkilatı kaldırılırken II. Mahmud’un “Bunlar nasıl olsa müzikle uğraşıyorlar, bunları yok etmeyelim” dediği için günümüze kadar geldiklerini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu oryantalist siyasal hareket 1. Dünya Savaşı ile tasfiye oldu. Mimarlıkta, sanatta itibarını ve gücünü kaybetti. Dünyada da benzer gelişmeler yaşandı. Ulus-devletler hukuk devletlerine dönüşürken bu tür neo-klasik buluşların modası geçti. Yalnızca modası geçmedi, 2. Dünya Savaşı sonrasında akademik ve siyasal alanda, bu tür milliyetçi, ayrımcı tarihyazımı sorgulandı. Ancak Türkiye’de bu akım bir “dip akıntı” olarak günümüze kadar geldi. “2. Milli” olarak adlandırılan Kemalist modernist akım da seçkinci ve dışlayıcı bir hareketti. “1. Milli” hareketi böylece bir muhalefet hareketine dönüştü ve yeniden canlandı. Ancak çok açık ki muhalefetteyken güçlü bir temsil kabiliyetine sahip olan “fetih” kavramı, tıpkı diğer askerî zaferler gibi hareket merkeze yerleştiğinde, valilik, TSK eliyle uygulamaya konduğunda bütün sihrini kaybediyor.
Fetih kutlamaları “Milli Görüş” hareketi muhalefetteyken temsil kabiliyeti olan bir simgeydi. Merkezden dışlanan bir kitleyi ve onun siyasal hareketini temsil ediyordu. Ama merkezi ele geçirince, fetih kavramının böyle bir anlamı, temsil kabiliyeti kalmadı. Bugün fetih kutlamaları yakın ulus-devlet programındaki gibi bir “muhalif” hareketin anlamını, ezilenleri, dışlananların merkezi ele geçirme idealini temsil etmiyor. Bu harekete bir meşruiyet sağlamıyor. Tam tersine, tıpkı Bizans imparatorları ve haraçtan pay alan imtiyaz çevresinin yaptığı gibi, şehir halkını gaza getirmek için düzenlediği resmî kutlamalara benziyor. Haracı paylaşanların bir kutlamasına! Bir taraftan “milli iradeye saygı” denirken onu ayaklar altına alacak manipülasyonlar yapmak, baskılar, eşitsizliklerden yana olmak gibi. Seçim kampanyalarında, bir taraftan “milli irade”den söz ederken bu iradenin oluşmasına ipotek koymak, yandaşları doyurmak için akıl almaz paralar ortaya saçmak gibi fetih kavramı da orijinalinden (“Milli Görüş”ünkinden) fiilen tersine çevrilmiş durumda. Fethin, merkezî, imtiyaz sahiplerine ayrıcalık dağıtan, fikir üretimini patronajı altına almaya çalışan bu haraç imparatorluğunu savunmak için kullanılması çok önemli bir çelişki. Hattâ bir kırılma noktası. Türkiye’de bugün adı konmaya çalışılan bu rejim başkanlık değil, başta imar olma üzere devlet aracılığıyla elde edilen her türlü haracın kontrolüne dayanan bir patronaj düzenidir. Bu durumda fetih kavramı Bizans’ın eski zaferleriyle övünen imparatorların ve ayrıcalıklı iktidar elitinin, yani askerî yöneticilerin halkı gaza getirmek için düzenlediği şenliklere benziyor.
Buradaki benzerlik de ilginç: Türkiye’de fiilen uygulanan model gerçekte modern demokrasilerdeki “başkanlık sistemi” değil, imparatorluklardaki patronaj sistemidir. Tıpkı petrol gelirleri gibi, her türlü imar, imtiyaz, ulaşım kararı iktidardakilere ve yandaşlarına muazzam kontrol dışı gelirler yaratıyor. Erdoğan gibi liderlerin çabası da bu ölçüsüz kaynağı geliştirmek ve kendi denetimi altında tutmak. Çünkü bunu yapmadığı takdirde iktidar olunamayacağını biliyor. Ama nereye kadar?