
Gazeteci kalıcı, siyasetçi geçicidir
İktidarın uydusu hâline getirilmiş Yeni Türkiye Pravda’larına, yalan, dezenformasyon, tehdit içerikli yayınlara, sansürün geldiği boyuta ve her şeyden önemlisi işlerini yapamaz hâle getirilen gazetecilerin hedef tahtasına oturtulmasına bakınca, medya bağımsızlığı üzerindeki tahribatın derinliğinden başka bir şey görünmüyor.
Geçen yıl Freedom House raporunun tartışıldığı günlerdi. Freedom House, raporunda Türkiye’de medya özgürlüğünün durumuyla ilgili önemli tespitlere yer vermiş, Türkiye “kısmen özgür ülkeler” listesinden “özgür olmayan ülkeler” listesine gerilemişti.
O dönem Dışişleri Bakanı olan şimdiki Başbakan Ahmet Davutoğlu, bu raporun gerçek bilgilere dayanmadığını söylemiş, raporu Türkiye’deki basın özgürlüğü ortamıyla örtüşmeyen hükümete karşı bir “algı operasyonu” olarak nitelendirmiş ve kendi basın özgürlüğü kriterini de şöyle açıklamıştı: “Soru soran gazeteci rahatlıkla evine gidebiliyorsa basın özgürdür.”
Davutoğlu’nun cümlesinde simgeleşen aslında AKP iktidarının kurmayı hayal ettiği yeni Türkiye’ye özgü demokrasi, temel hak ve özgürlük anlayışı, “soru soran gazetecinin evine sağ salim dönüp dönememesinde” saklı. Medyanın en tartışmalı dönemi olan 1990’lar Türkiye’si gibi…
Bu süreçten sonra Türkiye yine basın ve ifade özgürlüğü ile ilgili raporların olumsuz öznesi olmaya devam etti. İşsiz kalan, susturulan, havuz medyasında hedef gösterilip itibarsızlaştırmaya çalışılan, hapse atılıp evine dönemeyen gazeteci örnekleri biriktikçe birikti.
Freedom House’un bu yılki raporu da geçen yılki rapordan farklı değildi. Türkiye dünya sıralamasında 199 ülke arasında 142. sırada yer alırken, Türkiye ile ilgili değerlendirmelerde şu not düşülüyordu: “Yeni yasalarla gazetecilerin ulusal güvenlik konularında haber yapmaları kısıtlanıyor, istihbarat servisi güçlendiriliyor. MİT yasasıyla MİT hakkında haber yapmak suç haline getirildi. Türkiye gibi ülkelerde siyasi liderler iktidar partisinin yararı doğrultusunda bir medya sektörü oluşturarak bir zamanlar bağımsız olan yayınları ehlileştirme gayretinde.”
Elbette medyaya ve ifade özgürlüğüne yönelik baskılar, tehditler AKP iktidarıyla başlamadı ancak hız kazandı, her alanda kemikleşen ceberutluk hâli en çok medyayı ezdi, medya çalışanlarının üzerinden adeta bir silindir gibi geçti. Davutoğlu’nun söylediği medya özgürlüğü kriteriyle bile bakacak olsak, Türkiye gazetecilerin özgürce çalışabilmesi yönünde son yılların en berbat sınavını veriyor.
İktidarın radarına bu kez Can Dündar takıldı, sebebi Cumhuriyet gazetesinde Ocak 2014’te Suriye’ye giderken durdurulan MİT’e ait TIR’ların içinde söz edildiği gibi insani yardım malzemesi değil de askerî malzemelerin olduğunu yayınlamış olması. Cumhurbaşkanı Erdoğan, isim vermeden ama Dündar’ı kastederek, “Bu haberi yapan kişi bunun bedelini ağır ödeyecek, öyle bırakmam onu” diyerek, gazeteci tehdit eden ilk cumhurbaşkanı olma sıfatına da sahip oldu.
Gerek Erdoğan gerekse Davutoğlu, o malzemelerin “Bayırbucak Türkmenleri’nin kendilerini savunması” için gönderildiğini söyleyerek, bu malzemelerin detaylarının kamuoyuyla paylaşılmasını casusluk olarak nitelendiriyorlar. Savcılık, Dündar hakkında gizli kalması gereken bilgileri yayınlamaktan soruşturma başlattı, görüntülerle ilgili içeriğe erişimle ilgili yayın yasağı getirildi. Ardından Erdoğan, Can Dündar hakkında, “gerçeğe aykırı bazı görüntü ve bilgilere yer verdiği” iddiasıyla suç duyurusunda bulundu.
Erdoğan’ın tahammülsüzlüğünü anlatan, her önüne gelene, her duruma uydurduğu joker bir cümlesi var: “Sen kimsin yaa?”
İşte Dündar’ın bu soruya verdiği cevap net: “Memur değiliz, gazeteciyiz. Görevimiz devletin kirli sırlarını saklamak değil, devlete rağmen halk adına hesap sormaktır.”
Dündar, özetle “bizim kim olduğumuz belli, gazeteciyiz” diyor, sonuna kadar haklı, üstelik siyasetçinin yolcu gazetecinin hancı olduğu bu ülkede…