
Kanal İstanbul ekolojik değil, siyasal bir sorun
Dönüş yolunda Erdoğan Kanal İstanbul projesi ile ilgili çalışmaları yapan bir firmadan söz etti. Kanal İstanbul’u yapacak firma yetkilileriyle biraraya gelmiş. ”Bir an önce projeye başlamanız lazım. Geç kalmayın, acele edin” demiş.
Bu sözlerden işin bir firmaya verildiği, bu firmanın planları hazırladığı anlaşılıyor. Demek ki bir sonraki aşamada görev ”plan revizyonu” olarak Büyükşehir’e verilecek, ona “al bunu onayla” denecek. Görüldüğü gibi kent yönetiminin de bizden bir farkı yok. O da gelişmeleri seyrediyor. Projeleri birileri öneriyor, Erdoğan onaylıyor.
Kanal İstanbul’un büyük bir ekolojik soruna yol açacağı uzmanlar tarafından ifade ediliyor. Ancak görüldüğü gibi projeyi müzakere etmek mümkün değil. Görüldüğü gibi ekolojik bir sorundan önce siyasal bir sorunla karşı karşıya olduğumuz açık.
BU NOKTAYA NASIL GELİNDİ?
Merak ettim, İBB’nin kendi resmî sitesindeki açıklamaları taradım. Öncesine kadar neredeyse her gün adı anılmadan geçilmeyen İstanbul Çevre Düzeni Planı’ndan bir yıl boyunca hiç söz edilmemiş! 2013 yılında yapılan son açıklama ise şöyle: İTO toplantısına katılan ve bir konuşma yapan Topbaş “İstanbul’da göreve gelir gelmez beş yüz uzmanın çalıştığı bir büro (İMP) oluşturulduğunu, şehri uzmanlara incelettiğini” söylüyor. Ancak bu uzmanların niye bu işi yaptıklarını, hazırladıkları belgenin İstanbul’un Çevre Düzeni Planı (master planı) olduğunu söylemiyor! Oysa Topbaş 2006 yılında bu planı hazırlayan kuruluşa, “İMP’ye sorulmadan bir çivi bile çakılamayacak” diye bir açıklama yapmış. Hemen bir yıl sonra, hazırlanan planının “İstanbul’un Anayasası” olduğunu, “artık bu şehirde herkesin ona uyacağını” belirtmiş. Bu planın 2009 yılında mecliste oybirliği ile onaylanması sonrasında yaptığı sayısız konuşmada bu sözleri tekrarlamış.
Söyledikleri doğru. Topbaş yönetime geldiğinde “İstanbul Metropoliten Planlama (İMP) Merkezi” adı verilen bir büro kuruldu. Burada 500 uzman çalışmaya başladı. Bu merkezin kurulmasında yer alan kişiler daha önce Büyükşehir’e plan ve proje hizmetleri vermiş deneyimli kişilerdi. Uzmanlar planı hazırladılar. 2009 yılında bu plan Meclis’te oybirliği ile kabul edildi ve yürürlüğe girdi. Bu planda İstanbul’un kuzey ormanlarını tahrip edecek 3. Köprü, Tarihî Yarımada’yı bir ulaşım platformu haline getirecek Avrasya Tüneli, Marmara’yı ölü denize çevirecek Kanal İstanbul gibi projeler yoktu. Daha öncekiler gibi, İstanbul’un kuzey ormanlarının ve doğal kaynaklarının korunmasını öngörüyordu. Plan yürürlüğe girdikten sonra Erdoğan kentin üzerinde bir helikopter gezisine çıktı. Sonrasında ise sırasıyla “Çılgın Projeler” geldi.
Peki, ne oldu da bu kadar ısrarla referans verilen, İstanbulluların hiç olmadığı kadar kaynakları harcanan ve yüzlerce uzman tarafından yıllarca üzerinde çalışılan bu “Master Plan” bir anda unutuldu? İlk bakışta yöneticiler İstanbul’u daha iyi tanısınlar diye o zamanın parasıyla yetmiş trilyon lira harcanması, bir üniversite kurmaya fazlasıyla yetecek bir kaynağın (ve üzerinde yıllarca çalışılan bir belgenin) bir anda “İstanbul’u yönetenler şehri daha iyi tanısınlar” diye hazırlanmış bir rehber niteliği kazanması şaşırtıcı.
Aslında şaşılacak bir durum yok. Aklıma gene yüzlerce uzman çalıştırılarak, büyük paralar harcanarak hazırlanan “Deprem Master Planı” geliyor. O da unutuldu. Demek ki bu işte bir süreklilik var.
İstenseydi araştırma ekiplerine bir çağrı yapılır, teklifler bu işten anlayan bir hakemlik kurulu tarafından değerlendirilebilir, bu bütçenin onda biri harcanarak çok daha nitelikli bir iş gücü seferber edilebilirdi. Böylece bağımsız kuruluşların kapasitesi güçlenir, uluslararası planda katkı sağlanır, bağımsız araştırmalar sayesinde yalnız yöneticiler değil, İstanbul halkı da böylece bilgilenmiş olurdu.
Görünüşte halkı düşünmeyen (bu iş zorla olmayacağı için halkı baştan çıkaran kötü niyetli) bir iktidar var. Diğer tarafta ise iktidarda olmadığı için elinden bir şey gelmeyen bir muhalefet. Bu kesimin de iş görme biçimleriyle neoliberal sisteme dâhil olduğu, kendi konumunu muhafaza etmek, ayrıcalıklarını yeniden üretmek için siyasal alanın genişletilmesine karşı çıktığı görülür. Dolayısı ile bir karşıtlıktan çok bir koalisyondan söz edilebilir. Örneğin bu merkezde çalışan “solcu” bir üniversite öğretim üyesi şunları söylüyor: “Niye AKP’li belediyeye çalıştığımız için bizi eleştiriyorsunuz? Biz hem Dalan zamanında, hem Sözen zamanında da çalıştık. Biz bilim adına bu koltuğa oturuyoruz.” Erdoğan’ın danışmanı ise açıkça “plan ve proje işlerinin kendilerini eleştirmesinler diye bazı kişilere verildiğini ve bunu bir siyasal strateji haline getirdiklerini” itiraf ediyor.
Görünüşte iki tez çarpışıyor. Her iki elit de halk adına neyin doğru, neyin yanlış olduğuna kendisi karar vermeye, kentsel hareketliliği vesayet içinde düzenlemeye çalışıyor. Ortak özellikleri ise dışlayıcı bir modelle, küçük bir azınlığa çıkar ve imkân dağıtan bir siyasal modeli benimsemeleri. Planlamanın teknik bir iş olduğunu savunanların yaptıkları iş kendi kamu yararı anlayışlarını bilim adı altında temsil etmeleri. Halka “senin iyiliğini biz senden daha iyi düşünürüz” diyen bir planlama modeli bu. Kentsel dönüşüm uygulamalarında yerel siyasetin öncelikli gündeminin imar konusu olmasının, sosyal programlardan söz edilmemesinin, kamu işlevlerinde açıklığın ve katılımın olmamasının asıl nedeni de bu.
Soru şu: Şehrin metalaştırılması yerine bu yeniden yapılanma sürecinin bir fırsata dönüştürülmesi mümkün değil mi? Bu dönüşümü engelleyen ne? Bu sorunu anlayabilmemiz için neyin aksadığını tartışabilmemiz gerekiyor. Bugünün dünyasında çoğulcu bir kamu modelini savunmak için eskisinden çok daha fazla mücadele imkânı ve sayısız yaratıcı deneyim örneği var.
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: