
‘Kış Uykusu’
Yıllardır Disney animasyon filmleri dışında sinemaya gidip film seyrettiğim yok. İnsanın küçük çocukları olunca sosyal aktivitelerin şekli şemaili de değişiyor doğal olarak. İlk gençlikte olduğu gibi her gün sevgiliyle bir filme ya da konsere gidip, gidecek film kalmayınca sıkılmak yok artık.
2004 yılından beri ikinci kez çocuksuz sinemaya gittim dün. İşi bahane ettim. Gidip izlemem ve hakkında yazı yazmam lazım diye de kendime bir bahane buldum. İyi etmişim.
İzlediğim film Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film festivalinde Altın Palmiye’ye layık görülen Kış Uykusu’ydu.
Kış Uykusu bir haftadır Washington DC’deki Angelika Pop sinemasında gösterimde. Angelika Pop, az bütçeyle çekilmiş bağımsız filmlerin gösterime girdiği, müşterileri entelektüel kesimden ve üniversite öğrencilerinden oluşan, şimdilerin deyimi ile ‘hip’ bir mekân.
Bir yerlerde okumuştum film ilk ödül aldığında “ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz” diyordu bir eleştirmen. Ben çok sevenlerdenim.
Bir kere mekânın otantikliği ve manzara muhteşem. Diyar diyar gezip de Kapadokya’yı görmemiş biri olarak utandım kendimden. Işığın kullanımı harika. Günün her saatinden kesit var filmde ve her saatin doğal ışığı dâhice yansıtılmış.
Gelelim karakterlere. Filmi izlerken her karakterde kendimden bir parça buldum. İzleyici olarak kendimle özdeşleştirebildiğim hikâyeler ve karakterler çok hoşuma gidiyor. Mesela ağabey ve kardeşinin birbirlerini eleştirirken girdikleri ve sonunda birbirlerini incittikleri bir ağız dalaşı var. Orada o lafları kardeşine eden kişi rahatlıkla ben olabilirdim mesela. Ya da yıllardır dargın yaşayan karı kocanın münakaşası. Hem kadının hem de erkeğin o münakaşa sırasında hissettiklerini ben de hissetmişimdir, hem de defalarca. Erkeğin kadının karşısında ‘hangi doğru sözü söylesem de durumu kurtarsam’ diye debelenmesi, kadının ‘gitse başımdan da laf yetiştirmek zorunda kalmasam’ demesi, günlük hayatta sık sık benim de başıma gelen şeyler.
En çok sevdiğim burjuvazinin kırsal kesimdeki yoksul halkı kendi penceresinden nasıl gördüğünü filmin mükemmel bir şekilde izah ediyor olması. Köyün imamı evsahibini görmek için 10 kilometre yol yürüyor mesela, ama evsahibi adamın arabasının olmadığını, değil araba almak akşam eve zor yemek getirdiğini anlayamıyor mesela. Sonra oturup bir yazı yazıyor günlük gazeteye ‘imamlar temiz pak olmalı, ayakları çamurlu gezmemeli’ falan diye. Sadece Türkiye’de değil, dünyadaki elit ve yoksul kesimler arasındaki kopukluğu en mükemmel şekliyle ve en bireysel boyutta anlatıyor film. Mesaj verme kaygısı olmadan ‘budur işte’ diyor film. İzleyiciden de sadece bir ‘aynen’ tepkisi bekliyor.
Sinema eleştirmeni olmayan hâlimle, Kış Uykusu’na bayıldım. Keşke yabancı filmler dalında Oscar’a aday olabilseydi. Ama Oscarlar bir filmin başarısı için kıstas değil elbette. Amerikan Film Akademisi ille de sosyal bir mesaj içersin istiyor ödüle layık görülecek film. İlle de ırkçılığın ne kadar kötü olduğunu, eşcinsellerin insan sayılmak için verdiği mücadelenin kutsallığını, Nazilerin Yahudileri katledişinin akıl almazlığını vurgulasın istiyor filmler. Tabii ki sosyal eğitimlerini televizyon karşısında alan toplumlar için bu tür mesajlar içeren filmlere büyük görev düşüyor. Ama hayattan basit kesitler sunabilen ve izlerken ‘aynı ben’ diyebileceğimiz filmlerin de sanatsal güzelliği var. Bu sene umuyorum “Boyhood” en iyi film ödülünü alır. Filmin hiçbir mesaj verme, eğitme, öğretme kaygısı yok. ‘İşte hayat böyle şak diye geçer gider’ diyor film. 12 yılda çekilen filmin kadrosunun bir kere yıllar geçtikçe nasıl fiziken değiştiğini görmek bile yetiyor insana. Filmin son sahnelerinden birinde anne, oğlunu üniversiteye gitmek için eşyalarını toplarken seyrederken, yılların ne kadar çabuk geçtiğini farkediyor. ‘Gençtim, evlendim, çocuk doğurdum, boşandım, okul bitirdim, iş buldum. Bu muydu yani?.. Daha fazlasını bekliyordum hayattan’ diyor.
Ona da ‘aynen’.
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: