
Kutsal mekân
Avrupa’nın ortaçağ kentleri kır ile bağlarını koparmamışlardı. Esasen bu kentler kırsal bir çevreye bağlı olarak kurulmuş ve en azından başlangıçta öyle gelişmişlerdi. Etraflarına sağlam ve yüksek surlar örülmüştü. Saldırı olduğunda yakındaki kırsal alanda yaşayan köylüler de kente sığınıyorlardı.
Gotik üslupla inşa edilmiş sivri kuleli yapılar, kıvrımlı dar sokaklar, kasvetli ev içleri… Ama kente damgasını vuran Hıristiyanlığın sembolleriydi. Richard Sennett, kentte biçimlenen duyguları, kent mekânı ile duyumlar arasındaki ilişkiyi ele aldığı Gözün Vicdanı’nda ortaçağ Hıristiyan kentlerinin mimarisinin içsel yaşama uzanan belirli bir hayatı dayattığını belirtir.(1) Gerçekten, Hıristiyan Avrupa’da kentler kiliselerin, katedrallerin etrafında inşa edilmişti. Kent hayatında belirleyici olan da kiliseydi. Günlük hayat dine uygun düzenleniyor, öyle yaşanıyordu. Kenttin merkezindeki tanrı evinden dalga dalga kutsallık ve maneviyat yayılıyor, bütün kentte hâkim oluyordu. Sennett’in de belirttiği gibi, Hıristiyanlar kendi elleriyle kurdukları kentte tanrı misafirleri olarak yaşıyorlardı. Kenti sadece orada konaklamak için kurmuşlardı sanki.
Ticaret sayesinde doğan ve büyüyen tüccar kozmopolitleşti. Kenttin dışına çıktı, başka kentlere açıldı. Ama bu arada kendi kentiyle olan ilişkisi Atina’da polis’e bağlı yurttaş ile kıyaslandığında hayli gevşedi. Bu geç ortaçağın özelliklerinden biriydi.(2)
Gerçekten, geç ortaçağdan itibaren pek çok şeyin yanısıra kent ile kurulan ilişki, zaman ve gelecek algısı da değişti. O dönemde beliren ve sözcüğün tam anlamıyla bir ekonomik insan (homo economicus) olan tüccar ve tefecinin şehirle, şehirde yaşayan diğer insanlarla bağları ekonomik düzeyde bağ kuruyorlardı. Esasen para dışında hiçbir şeyle bağlılıkları yoktu. Onlar açısından acıma, merhamet, diğerkâmlık hayatın içinde önde gelen nitelik ve duyguları değildi.(3)
Geç ortaçağda bir değişiklik daha oldu. Bu dönemden itibaren kentte kutsal ve dünyevi alanlar birbirinden ayrıldı. Sanayi devrimine gelindiğinde kilisenin yanısıra evde kutsal bir mekân, erdemli hayatın yaşandığı saf ve kutsal bir sığınak hüviyeti kazandı. Sokağın ise kötü şöhreti yaygınlaştı. Sokak sığınacağı bir yeri, evi olmayanların yanısıra dünyevi hazlara düşkün olanlara terk edildi.
Modern sanayi toplumunda ev düzenli bir hayat anlamına geliyordu. “Düzenli olmak ise ahlaklı olmak demekti.” Eve bu nedenle “dünyevi kutsallık” atfedildi.(4) Sokağın ahlaksızlığına sefil ve kabalığına alternatif olarak ev ve aile yaşantısı yüceltildi. Evin kadınlar açısından bir anlamı daha vardı: Erkeğin egemenliği altındaki kapatılma mekânı. Fakat şöyle bir sınıfsal fark da vardı: Orta sınıfların ahlaksal açıdan düşük saydığı çalışan kadınlar erkekler işçiler gibi publarda içki içiyorlardı.
Modern toplumlarda öznel yaşantı ile dış yaşam arasında kesin ayırım var. Ev bugün de erdemli, ahlaklı hayatın mekânı sayılıyor. Fakat, bu kutsal sığınağın dışında, özellikle geceleri şehrin serüven vaat eden sokakları, parkları, limanları, demiryolu istasyonları, köprü altları, kötü aydınlanmış sokak araları ve daha nice açık mekânı da var. Yeni bir hayatın keşfine çıkan, şifreli dille konuşan, işaret ve sembollerle iletişim kuran tedirgin ruhların, müphem gölgelerin, çok bozguna uğramış, çok hüsran yaşamış insanların gezindiği mekânlar. Onlar kutsal ailenin kutsanmış yuvasındakinden farklı hayatlar yaşıyorlar. Gece âşıklara ve burjuvaziye husumet besleyen tehlikeli sınıflara ait. Evler onların tehdidi altında.
(1) R.Sennett, Gözün Vicdanı, çev. C.Kurultay, S. Setabiboğlu, Ayrıntı Yayınları, 1999, s.31
(2) R.Sennett, Ten Ve Taş, çev. T.Birkan, Metis Yayınları, 2002, s. 165
(3) R.Sennett, a.g.e, s. 185.
(4) R.Sennett, Gözün Vicdanı, s. 47
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: