Tarih içinde hemen her toplumda, devlet başta olmak üzere kurumların oluşturulmasında ve örgütlenmesinde, birey ve çoğu kurum arasındaki ilişkide, insanlar arası ilişkilerde otorite ve tahakküm belirleyici olmuştur. Belirli bir azınlık nüfusun geri kalanı üzerinde iradesini egemen kılmıştır. Üstelik bunu yaparken çoğu zaman çıplak şiddete başvurma gereğini de duymamıştır. Dolaysız, çıplak şiddetin uygulandığı zamanlar elbette mevcuttur. Ama böylesi bir şiddete başvurmadan da acımasız baskı rejimlerini ayakta tutabilmek mümkün olmuştur. Peki, ama nasıl? Tahakküm altındakiler azınlığın egemenliğini neden onaylamışlardır? Hangi koşullar altında boyun eğmişlerdir? Bağımlılık ilişkileri nasıl uzun süre ayakta kalabilmiştir?
Max Horkheimer bunun bir kültür sorunu olduğunu iler sürüyor. Horkheimer’e göre itaatkârlık insanın doğasında olan bir özellik değil; kültürün aşıladığı bir şey. İnsanın karakterini, karakterini oluşturan tepki verme biçimlerini kültür belirliyor. Kültür insanların bağımlılık ilişkilerini, baskı altında yaşamayı doğal kabul etmelerini sağlıyor. Boyun eğme, kabullenme insanların doğuştan sahip oldukları olumsuz nitelikler değil, bunlar insanlara öğretiliyor.(i)
İnsan toplumsallaşmış bir varlık. Dolayısıyla, onun karakteri yalıtılmış bireyden yola çıkarak açıklanamaz. Karakter dediğimiz özellikler bütününü oluşturan otoriteye dayalı kültür ve böyle bir kültürün özünü oluşturan tahakküm. Horkheimer’in belirttiği gibi karakterin, “tahakküm ilişkisinin damgasını” taşır.(ii)
Devlet, aile, okul, kilise gibi kendi yasaları olan, baskıcı, cezalandırıcı ve bütünleştirici kurumlar konformist bireyi yaratırlar. Bunu ödev düşüncesini geliştirerek, bu düşüncenin birey tarafından içselleştirilmesini sağlayarak gerçekleştirirler.
Tarihsel gelişmenin akışı içinde devlet de dâhil bütün bu baskıcı kurumların uyguladığı cezaların acımasızlığı yumuşamıştır. Anılan kurumlar şiddetin içselleştirilmesini, bireyin cezalandırıcı ve ödev duygusunu dayatan dışsal yasaları kendi ruhu içine almasını, otoritenin onun iç dünyasında yer edinmesini ve bu yolla itaatkâr bilincin oluşmasını sağlarlar. Terbiye etmeyi esas alan eğitim anlayışı sorumluluk üstlenen, özerk davranan özsaygı ve özgüven kazanmış bireyin doğmasını engeller. Ruhun ve düşüncenin köleleştirilmesidir burada sözkonusu olan.
Ekonomik sömürü de, özellikle modern toplumda gönüllü itaat içinde gerçekleşiyor. Zincir ve kırbaç çok gerilerde kaldı. Yaygın olan gönüllü itaat. Bugün fabrikada da işçiler kırbaçla çalıştırılmıyorlar. Üstelik fabrikadaki gerçekleşen ekonomik sömürüden ibaret değil. Oradaki ağır ve aşağılayıcı koşullar işçilerin iç dünyalarına da yansıyor. Otorite ve onun kurduğu baskı içselleştiriliyor. Böylelikle işçiler işbölümündeki yerlerini kabulleniyor, işleriyle özdeşleşiyorlar.
Baskıyı içselleştiren, boyun eğen, itaatkâr bilinç sahibi insan çok kolay özdeşleşiyor, bütünlüğe koşulsuz, itirazsız katılıyor. Nedir burada sözü edilen özdeşleşme? Farklılaşmanın tam karşıtıdır. Öznelliğin yitirilmesidir. İkinci büyük savaş sonrası hem kapitalist kitle toplumlarının, hem sosyalist toplumların, halk cumhuriyetlerinin belirleyici ve ortak özellikleri özdeşleşmeye dayalı olmalarıdır.
Okulda, fabrikalarda, gündelik hayatın daha pek çok alanında tekrarlanan faaliyetlerle, belirli aralıkla yapılan ritüellerle birlikte özdeşleşme, homojenleşme de toplumda yerleşir, nitelik silinir, nicelik öne çıkar.
İtaatkâr bilinç hiç direnç göstermeden özdeşleşir. Hem Batı’nın kapitalist kültürü, hem de Badiou’nun devlet üzerinden komünizme ulaşmaya çalıştıkları için eleştirdiği sosyalist toplumların kültürü bu itaatkâr bilinci yarattı, özdeşleşmeyi dayattı.
(i) Horkheimer, Geleneksel ve Eleştirel Kuram, çev. M. Tüzel, İstanbul: YKY, 1. baskı 2012, s. 225-226
(ii) A.g.y., s. 235
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: