
Süper Kadın Sendromu ve ‘Paramparça’
Yine önemli gün ve haftalardan birindeyiz: Anneler Günü! Ekranlarda, billboardlarda karşımıza çıkan mutlu anne ve çocuk yüzleri ile onların hemen yanı başındaki ütü, küçük ev aletleri, oturma grupları vs. de bu günün görünür yüzleri!
Annelik, hem kültürel hem de dinî temeller üzerinden inşa edilen bir kutsallıkla ve dokunulmazlıkla çevrili ülkemizde! Her ne kadar gerçek dünyada böyle bir şey mümkün olmasa da annelik kadınlıktan azade bir kimlik olarak algılanır zihin dünyamızda! Bu nedenle bir kadına yapılan olumsuz söz ve eylemlerin bir benzeri “anneye” yapıldığında kıyametler kopar.
Tipik bir anne modelimiz de vardır: Annenin yeri evidir. Zaten kendisinden beklentiler öyle yüksektir ki 24 saat yetmez ona! Çevresinden yani ona ait olan dünyadan soyutlanmıştır. Kendisini eşine ve çocuklarına adamıştır. Çocukların tüm sorumluluğu onun üzerindedir. Onların başına kötü bir şey gelirse ya da yanlış davranırlarsa ilgisizlik ve yetersizlikle suçlanacak ilk ve tek kişi yine o’dur! Bu yüzden de hep tetiktedir. İyi bir komşu ve gelin olma zorunlulukları da bonus olarak yanında gelir. Çalışan ya da çalışmak zorunda kalan annelerden de eksiksiz bir performans sergilemeleri istenir.
Anneler, tabii ki dizi dünyamızın da her daim ağırlığını koruyan karakterleri. Birçok tipolojide karşımıza çıksalar da genelleyerek onaylanan anne karakterleri ve yerilen anne karakterleri olarak ikiye ayırabiliriz. “Paramparça” dizisindeki Gülseren ve Dilara karakterleriyle oluşturulmaya çalışılan iki anne tipolojisi tam da böyle tasarlanmış! Uzun zamandır gözüme çarpan bir çarpıklık var! Gülseren karakteri tipik kutsanan anne modeli! Bununla da yetinemeyip her seferinde annelik çıtasını daha da yükseltiyor. Son bölümde kaygan toprak zemin üzerindeki arabanın altında bacağı kalan kızını kurtarmak için sırtıyla iterek aracı hareket ettirdi. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi tedavisini bile doğru düzgün yaptırmayıp kendisini önemsemeyen kızı Hazal için koşuşturdu! Dilara da tabii bu sırada Hazal’ın kurtulması için elinden geleni yapıyor ama bunun dışında Gülseren’le farklılaşıyorlar. Bir kere Dilara, eşinden daha zengin bir kadın. Hayatı sadece eşinden ve çocuklarından ibaret olarak görmüyor. Kendi sosyal çevresi içinde faaliyetlerde bulunuyor. Çocuklarının tek sorumlusu olarak kendini görmediğinden kontrol delisi de değil. Kiminle, nasıl arkadaşlık kuracağına eşi değil kendisi karar veriyor. Tam burada dizinin karar verici figürü Cihan’ın yargılarını dinliyoruz. Gülseren için kendisi ve kızlarının “ne kadar şanslı” olduğunu dile getirip onu yerlere göklere sığdıramayan Cihan, sıra Dilara’ya geldiğinde “sen nasıl annesin” le başlayıp zaten yürümeyen bir evliliklerinin olduğu sözüyle cümlesini tamamlıyor. Erk konuşturularak ne tip bir anne olmamız istendiği bir kez daha bize hatırlatılıyor.
Sorun anne olmakta değil uymanızı istedikleri mantıksız istekler bütününde! Hediye diye annenin daha iyi “hizmet” vermesini sağlayan alet edevat ve eşya da bunun tuzu biberi! Sonuç, mükemmel kadın olmaya çalışmaktan yıpranıp “Süper Kadın Sendromu”na yakalanan kadın ordusu!
***
Oryantalizmin suyunu çıkarmak!
Bu hafta New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nin “Çin Etkisi” temalı galası ünlüler nedeniyle ilgi odağı oldu. Ancak özellikle Çin’de sosyal medya, kıyafetleri konuşmaktan ünlülere zaman bulamadı. Kıyafetlere bakıldığında Batılı ünlülerin Çin kültüründen ne kadar uzak oldukları ve hâlâ 19. yüzyıldaki basmakalıp düşüncelerle bu kültürü değerlendirdiklerini görmek üzücü ve düşündürücü. Sarı ve kırmızı renkleri kullan, tüy ekle ve araya bir de ejderha, çiçek ya da güneş figürü koy işlem tamam! Bunu bile doğru yapamamışlar. Bakınız Rihanna ve Sarah Jessica Parker. Çinli olayım derken Japon olanlar, şeffaflığı tercih edenler ve ne idiğü belirsiz şeyler giyenler… Asyalı Amerikaların temanın hakkını vermesi de günü kurtaramadı. İnternetle bir tık ötede olan kültüre bu kadar yabancı kalmak ancak umursamazlık ve ezbercilikle mümkün olur!
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: