
Yoldan, biraz uzaktan..
CENOVA- Bu ara göçmen kuş misali yollardayım. Sırasını şaşırmak mümkün müymüş diyorum, bakıp geçen haftaya ne oldu diye yazamayınca! Sanmam ki bu satırların arasından fısıldamış olayım ama ben aslında pek seyahat edenlerden sayılmam. Sevmem zira çalışma düzenimi, odaklanma biçimimi, muhabbet sesimi bozar. Ruhumu yorar. Sahiden gıpta etmem gezenlere. Oysa gezmek ne kelime bugünlerde. Koydunsa bul beni. Yollardayım.
Bir yandan iyi. Rutinimin dışına çıkınca inşa etmeye gayret ettiğim her şeye biraz mesafeden bakma ve taze değerlendirme şansım oldu. Şaşırtıcı bir sürpriz bu! Başkası dese olmaz ama insan da belli ki kendini ancak böyle eleştirebiliyor. Diğer yandan kimi konuşmalarına uzak kalıp sonra sosyal medyanın vasat bir köşesinde şişmiş de taşan bir zincirde denk gelince memleketin hoyrat diline… Kategoriler manasızlaşıyor. Havası, suyu bir insanların birbirine öfkesi yarını fena karartıyor. Adını koyup sığlaştırmaktan korkarak acıyı yaşıyor insan.
Anlayacağınız tariflerin kıyısında, sezgilerin kuvvetlendiği bu hâl hoşuma gitmiyor değil.
Bir de evi özlemesem!
Denizlere dair tasası olan Slow Food liderlerinin ve onlarla el ele veren aşçı, akademisyen, balıkçı ve aktivistlerin buluşmasına vesile bir etkinlik olan Slow Fish Cenova’dan yazıyorum bu sabah. Benim de bir panele katılacağım bu etkinliklerde Türkiye Mert Gökalp, Ali Coşkuner, Didem Şenol ve Tan Morgül’den oluşan bir delegasyonla temsil ediliyor.
Mert bir deniz biyologu. Lüfere dair bir de belgesel yapıyor. Hem filminden kısa bir parça gösterme imkânı buldu, hem de umuyorum sürdürülebilirliğin tesisinde bir aktivist olarak değerini gördü, yeniden. Zira denizi, balığı bilen ve aynı zamanda bunu kalabalık kitlelere konuşabilen akademisyenlerimiz çok sınırlı sayıda.
Ali Başkan İstanbul Büyükada Su Ürünleri Kooperatifi başkanı. Kendisi ve temsilcisi olduğu elli balıkçı gibi olan onlarca küçük ölçekli balıkçıyla dertlerini tarif ediyor ve bunları yerel, ulusal tüm idarecilere, tüketicilere nasıl anlatacaklarının tartışmalarını yaparken önerilen çözümleri dinliyor. Güzel bir fırsat yakaladı hem, BBC kendisiyle mülakat yaptığında 80’ler ortasına kadar pek bereketli olan İstanbul denizlerinde ava çıkanların şimdi eve nasıl eli boş döndüğünü tüm renkleriyle anlattı. Diliyorum tüm dünya duysun! Kaybettiğimiz sadece bizim değil zira.
Didem Şef’se iki yemek servis etti. Her ikisinde de palamut kullandı. Şu anda ülkemizde, malum, oltayla dahi palamut tutmak yasak. Her ne kadar ihbar üstüne ihbar alıyorsak da dalyanlar torik avlıyor diye, biz bu yasağı balığın üreme mevsimi olması sebebiyle korumak ve ilgililerine sorumluluklarını hatırlatmak durumundayız. Buradan bir kez daha seslenirken, yasağı olmayan bu şehirde (Cenova, kastettiğim) Didem Şef’e verilen balıkların 60 cm’den küçük olmayışına nasıl imrendiğimizi de söylemeden geçemeyeceğim. Bunlarla yaptığı yemeklerle hem İstanbul’un deniz kültürünü paylaşma imkânı buldu, hem de insanlığın yetiştirdiği ilk buğday “siyez”in bulgurunu masalar taşıdı.
Tan’a gelince… İstanbul’da isteseniz de arayıp bulamayacağınız Rakı ve Balık adlı kitabıyla Slow Fish Cenova’nın belkemiğiydi. Şimdi gülmeyin, ne o İtalyanlar rakıya mı sardı diye.. Tan’ın kitabı Akdeniz’in 11 liman şehrini dolaşan bir yazarın şehre, denize ve insanla balığın kurduğu muhabbete dair yakaladığı hikâyelerle dolu ve bu özelliğiyle de Slow Food’un prensiplerini tartışmaya şahane bir zemin yaratıyor. Küçük ölçekli balıkçılar, onlardan alışveriş eden aşçılar, ev kadınları ve ürettikleri lezzetler, bu lezzetlerin yarattığı masalar ve insanların doğa ile kurdukları dengesi kaçmamış işbirliği… Tan’ın sohbetlere katılımı fevkaladeydi! Keşke rakıdan, şaraptan bu kadar korkmuyor olsak da denizi, toprağı, sütü, balığı, buğdayı katman katman üzümüyle beraber de konuşabilsek dememek mümkün olmadı.
Haftaya evimde olacağım, muhabbete devam etme dileğiyle…
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: